Arlen Faber'ın Cevapları

Yazar: Platypus

ARLEN FABER
Yönetmen : John Hindman
Senaryo:
John Hindman
Tür:
Komedi, romatik
Yapım Yeri/Tarihi/ Dili: Amerika/2009/ İngilizce
Süre: 95 dakika
Oyuncular :
Jeff Daniels, Lauren Graham, Lou Taylor Pucci, Max Antisell
Konu Özeti :
Herkes Arlen Faber'la, yani "Ben ve Tanrı" isimli best-seller'ın dünyaca ünlü yazarı ile tanışmak istiyor, ama tuhaf ve içine kapanık Arlen sadece yalnız kalmak istiyor - ve son zamana kadar da kimliğini gizlemeyi başarmış. Ama sorunlu kitapçı Kris Lucas'ın onun kim olduğunu keşfetmesi ve kitaplarla soruları takas etmeye başlaması ve Arlen'in sırt problemleri sonunda fizyoerapist ve bekar anne Elizabeth'le tanışması Arlen'in yalnız hayatını kökten değiştiriyor. Arlen yeni arkadaşlarıyla ilişkisini güçlendirirken bir yandan da kendi geçmişiyle hesaplaşmaya ve tüm cevaplara sahip olmadığına çevresini inandırmaya çalışıyor.
IMDB notu:
7.3
IMDB linki :http://www.imdb.com/title/tt1187041/



Arlen Faber, "Ben ve Tanrı" isimli kitabını yayınlayışının üstünden 20 yıl geçmiş. Herkes onu tanıyor, kitapları tüm dünyada okunmuş, hatta okunmakla da kalmamış. Onun yazdığı kitabın üstüne yazılmış kitaplar bestseller oluyorlar. Kitapçılarda "Ben ve Tanrı" üzerine yazılan kitaplar için özel raflar ayrılıyor.

Peki Arlen Faber ne yapıyor? Nasıl yaşıyor? Ve en önemlisi Tanrı onunla hala konuşuyor mu?


Arlen herkesin kendisine koşup soru sormasından bıktığı ve aslında bu sorulara verecek cevabı da olmadığı için kendini evine kapatmış bir karakter. Kitabını yazdıktan sonra insanlardan tamamen uzaklaşan Arlen'i hayata döndüren şey ise sırt ağrısı!


Sırtı yüzünden gittiği fizyoterapist Elizabeth, Elizebeth'in oğlu Alex ve beğenmediği kitapları geri vermesi karşılığında her gün ona bir soru soracak olan Kris sayesinde kabuğundan yavaş yavaş çıkıyor Arlen.


Arkanıza yaslanın, çayınızı koyun ve bırakın Arlen'in dünyası sorularınıza yavaş yavaş cevap versin. Bu zekice işlenmiş komedi-drama sizi sadece gülümsetmekle kalmayacak içinize sevgi ve huzur dolduracak. Jeff Daniels, Lauren Graham ve Lou Taylor Pucci'nin doğallıkları da ağzınızda hoş bir tat bırakacak.


Kesinlikle kaçırılmaması gereken, hatta arşivlenmesi gereken bir film. 10 üzerinden 10.

İyi seyirler.

Son Oyun


Yazar: Platypus

SON OYUN
Yönetmen : Mimi Leder
Senaryo:
Ted Humprey
Tür:
Macera, polisiye, komedi
Yapım Yeri/Tarihi/ Dili: Amerika-Almanya /2009/ İngilizce
Süre: 104 dakika
Oyuncular :
Morgan Freeman, Antonio Banderas,Radha Mitchell, Rade Serbedzija, Robert Forster
Konu Özeti :
Keith Ripley, usta bir soyguncudur. Hırsızlığı kurallarına uygun olarak yapıyordur. Polisle iş birliği yapmaz, teslim olmaz, ortağını korur. Ripley'in son ortağı da bu kuralları bozduğu için ölmüştür. Jack Gabriel ise New York'ta becerikli bir sokak hırsızıdır. Keith bir gün Jack'in kendisinin de peşinde olduğu bir mücevher satıcısını soyarken gördüğünde yeni ortağını bulduğunu anlar. Birlikte büyük ve tehlikeli bir soygun yapacaklardır. Böylece Keith eski ortağının Rus mafyasına olan borcunu ödeyecek ve vaftiz kızı Alex'in hayatını kurtaracaktır.
Bu plan hazırlanırken Keith istemese de Alex ve Jack yakınlaşırlar. Fakat iş bundan daha da karmaşık bir hal alacaktır; birisi hırsızlığın kuralını bozmuştur
.
IMDB notu:
6.0
IMDB linki :
http://www.imdb.com/title/tt1112782/


"Morgan Freeman ve hırsız-polis filmi, zevkli olabilir." Bu filmin başına oturduğumdaki düşüncelerim bunlardı.

Filmin konusu son derece sıradan: Tecrübeli hırsız Ripley (Morgan Freeman) yanına son büyük vurgunu yapmak için ortak aramaktadır. Metrodaki bir silahlı soygun sırasında adamını bulduğunu anlar : Gabriel (Antonio Banderas).


Filmin ilk yarısı, diyalogların bayatlığı ve Banderas'ın berbat oyunculuğu nedeniyle esneyerek geçiyor. Hatta bilgisayarda izlediğim için çok şanslı hissettim kendimi, çünkü sinemada ileri alma tuşu yok. Filmin en güzel kısmı öyle sanıyorum ki kurgunun beklenmedik dönüşler yapmaya başladığı son yirmi dakika kadarlık bölüm.


Morgan Freeman konusunda hiç söze gerek yok, en bayat Hollywood filmlerinde bile oyunculuk kalitesini koruyor. Robert Forster da benim aklımda Jackie Brown'daki Max Cherry karakteriyle yer etmişti, bu filmi aklımdan çıkarıp onu yine Max olarak hatırlamak istiyorum.

Filmde beni Banderas'tan daha da irrite eden, Gabriel'in tek olduğu yada Alex (Radha Mitcell) ile olduğu sahnelerde çalan İspanyol melodileriydi (ama bana nedense Yunan melodilerini anımsattı). Rus disko müziği deyince yönetmenin aklına sadece Tatu'nun geldiğini anladık. Tabii bir de benim bile Rus olmadıklarını anladığım Ruslarımız vardı filmde. Bu kadar çok Rusça konuşturacaklar madem neden gerçek bir Rus seçmemişler diye düşünmeden edemedim.

Kısacası Son Oyun, orta tempo bir aksiyon, alakasız müzikler, karizmatik hırsız - aptal polis ve hafif erotizmi yakışıklı aktörler ve güzel aktrisler ile sunan tipik bir Hollywood filmi. Canınınız çok sıkıldıysa ve şöyle atıştırmalık bir film arıyorsanız hoşunuza gidebilir. Ama benim gibi Morgan Freeman hayranlığından dolayı filme atlıyorsanız hayal kırıklığı yaşayabilirsiniz (Yine de Freeman'ı rusça konuşurken duymak da ayrı bir zevkli oluyormuş!).


Kendi değerlendirmemle film 10 üzerinden 3 diyorum.

İyi seyirler.

Sherlock Holmes'a bir de buradan bakın!

Yazar: Platypus

WITHOUT A CLUE (İPUCUSUZ)
Yönetmen :Tim Eberhardt
Senaryo:
Gary Murphy, Larry Strawther
Tür:
Macera, polisiye, komedi, suç
Yapım Yeri/Tarihi/ Dili: İngiltere /1988/ İngilizce
Süre: 102 dakika
Oyuncular :
Michael Caine, Sir Ben Kingsley, Jeffrey Jones, Lysette Anthony, Paul Freeman
Konu Özeti :
Sherlock Holmes her zamanki ibi büyüleyici, ama bu sefer bir farkla : Dr. Watson bütün işlerin arkasındaki beyin! Watson Holmes'un günlüklerini yazan, öykülerini bize anlatan karakter diye biliniyor, ama aslında çok daha fazlası var. Gün gelip Reginald Kincaid, yani Holmes'u oynaması için Watson'ın tuttuğu aktörün şişkin egosu, alkolikliği, kumar ve kadın düşkünlüğü artık çekilmez hale geldiğinde, Watson ondan kurtulmaya karar veriyor ama aynı zamanda da herkesin Holmes yalanına inandığını ve kimsenin kendisini Suç Doktoru olarak kabul etmeye henüz hazır olmadığını farkediyor. Ve ne yazık ki suçlular da hiç zaman kaybetmiyor.

Tanıdık kahramanlara sıradışı, orjinal ve leziz bir yaklaşım arıyorsanız, birebir.
IMDB notu:
6.8
IMDB linki : http://us.imdb.com/title/tt0096454/


Sherlock Holmes herhalde şimdiye kadar ki polisiye karakterlerin arasında en bilineni. Sir Arthur Conan Doyle'un oluşturduğu bu karakter, polisiye türünün halk arasında yayılmasını sağlayan ilk karakterlerden. Ve elbette olmazsa olmaz, Dr. Watson. Holmes'un çözdüğü polisiye olayları anlatan kişi, Holmes'un en yakın arkadaşı ve asistanı.

Hemen hemen bütün Holmes öykülerinde Watson, Holmes'un müthiş gözlem ve analiz yeteneğinin, zekasının gölgesinde kalır. Oysa kendisi de hiç de vasat biri değildir, zaten hali hazırda bir tıp doktorudur ve son derece zeki bir insan olduğu da her öyküde belli olur.

Peki ya Holmes gerçekten Holmes değilse, aslında sadece Watson'ın oynattığı bir kuklaysa?

Without A Clue (İpucusuz) Holmes öykülerinin çok farklı bir uyarlaması. Dr. John Watson (Sir Ben Kingsley) bu filmde gerçek gözlem ve analiz kabiliyetine sahip karakter ama doktor olduğu için kimse kendisine inanmayınca o da bir aktör tutuyor (Michael Caine) ve Sherlock Holmes'u yaratıyor. Yani Sherlock Holmes, aslında Watson'ın yerine oynattığı bir aktörden, hayali bir kahramandan başka bir şey değil.

1988 yapımı bu film, fazla söze gerek bırakmıyor, şu ana kadar izlediğim en zeki, en ince ve en eğlenceli Sherlock Holmes uyarlaması. Caine ve Kingsley gibi devlerinde leziz oyunculuklarının payı çok büyük elbette. Mutlaka izleyin, hatta arşivleyin. Uzun süredir vermediğim notu vererek 10 üzerinden 10 diyorum.

İyi seyirler.

Hayallerin Pesinde

Yazar: Cansuyu

Dikkat dikkat, eger cok akilciysaniz yikilabilirsiniz! Filmin repliklerine cok takilmadan izlerim "gidemedim de kalamadim da" gibi beylik sözler bana koymaz diyorsaniz buyrun izleyin!

Bugün is arkadasim bir soruyla bana geldi. Kendisi filozofi okuyor. Adamin biri "akilci yasayanlar dünyanin mutlu insanlaridir" demis. Sarah'in bulmasi gereken ise bunun tersi icin gerekceler olunca biz bir tartismaya girdik. Aslinda ben tartismanin etkisiz elemaniydim, anladigim kadari dahi gerekcesiz kalmaya yettigi icin dinledim durdum. Ama aksam eve geldigimde bu filmin karsima cikacagini bilmiyordum.

Hayalperest olmayi birakanlardansaniz bu film ile depresyona girebilirsiniz, ama yilmayin izleyin bence. Hayati arzularina göre hayalleri esliginde sekillendirenler varsa arkalarina yaslansinlar ve play tusuna bassinlar lütfen:)

Benden bu kadar, izleyin ve yorumlayin lütfen. Bakalim sizce filmde kim hakli ve bakalim size göre akilci insanlari öven amca dogru mu söylüyor?

Coraline

Yazar: Cansuyu

Eveeeet diger bir cocukk filmiyle yine burdayim. Simdi olay su ki, ben cocukken sabahin bir erken saati kalkip televizyonun basina gecerdim ve fakat ne yazik ki yine de saat ondan önce kalkamaz, o güzelim cizgi filmlerin cogunu kacirirdim. Cocuklugumun cocuk programlari uykuculugum yüzünden elimden ucup gidince yardimima günümüzün animasyon filmleri yetisti:)

Coraline daha cok anne babalara ders veriyor, verirken cocuklarin da kulaklarini cekmeden etmiyor. Birine cocuklariniza daha özenli ve sevgi dolu davranin derken, cocuklara da ana babadan baska yar da diyar da olmaz diyor, anne babanizin kiymetini bilin oturun asagi diyor.
Bu cok aciklayici senaryo özetinden sonra bir konuda sizi uyariyorum: eger gözlerinize dügme dikmeye dikmeye calisan sevdikleriniz olursa hemen oradan topuklayin, onlar cakma olanlari. Bu da kulaginiza küpe olarak kalsin e mi?

Cok cok aciklayici yazimizin sonunda filmin koca bir evde gectigini ve aradaki kapiyla diger dünyaya gecen Coraline orada anne babasinin tipkisi varliklarla karsilasir. Fakat bu insanlar öz anne babasindan daha eglenceli ve ilgili tiplerdir. Anne güzel yemekler yapar, baba piyano calip dans eder ve onlarla gecen zaman gercek yasamindan daha güzel gecmektedir. Ikinci dünyadaki bu insanlar sonsuza kadar onlarla kalmasini Coraline'den isteyince birden tüm güzellikler kaybolacaktir!

Yaratici ve keyifli bir saat gecirten filmin ayrintilari ilgi cekici. Zaten cizim dünyasi bilgisayarla birlesince ortaya inanilmaz bir dünya cikti. Iyi seyirler!!!

The Secret of Moonacre

Yazar: Cansuyu

Sizinde icinizde cocuk kalmis, cocuklugunuzda o güzelim filmlere doyamamissaniz böyle gerceküstü filmleri kacirmazsiniz. Dedimse o kadar da heyecanlanmayin, cok muhtesem bir film degil bu. Hiiim söyle bir kahvaltinin yaninda fena gitmeyecek olanlardan, bu sekilde filmin icindeki ormanda kaybolabilirsiniz. Ben sarayin ahcisi olan cüceye bayildim, cok neseli bir tip. Hoop kayboluyor, hop geliyor, bir oraya bir buraya dönüp duruyor gülerekten. Hele cocuklariniz varsa onlarla izleyin mutlaka. Benim yegenlerim yanimda olsaydi onlarla bir kere daha oturup izlerdim. Onlarla yine izleyecbilecegim bir diger film de buz devri, o kaplana benim büyük yegnim Miray hayran. O cikinca pür dikkat ekranda oluyor gözleri, onun bütün esprilerini ezbere biliyordu bir zamanlar.
Neyse konuyu dagitmayalim da hadi gidin su sirri bulun gelin, aman ha dikkatli olun ormanca cok dolanmayin,, denize düsmeyin ;)

Koyu Laci, Siyaha Yakin




Yazar: Cansuyu
Canim sıkılıyordu, karnim da acikmaya baslayinca bir film secip yemegimi keyife dönüstürmeye karar verdim. Avrupa filmleri her zaman ilk tercihimdir, hele de böyle cekici bir ismi varsa: Koyu Laci, Siyaha Yakin!

Filmde yerinde olmayi istemedigim kisi Paula mi yoksa Jorge mi tam karar veremedim ama ilginc olan ikisinin arasindaki iliski. Paula aslinda Jorge'in abisinin sevgilisi ve en büyük arzusu da hamile kalmak. Böylece bebegi olunca, bulundugu pis hapishaneden kosullari daha iyi bir bakimevine gönderilecek. Abisinin cocugunun olmadigi ögrenilince ise isler harbiden karisiyor ve Jorge burada devreye giriyor. Bizim dogu taraflarindaki koca ölünce onun kardesi ile evlenme olayina benziyor, fakat bu durumda kardes hala yasadigi icin durum yine de bize ters;) Ben isin icinden cikamadim ve fakat ispanyol senaristi tebrik ederim, kirk yil düsünsem aklima gelmeyecek bir konuyu sinemaya tasimis. Icinde ne kadar duygu var, ne derece romantik izleyin görün benden bu kadar tüyo yeter derim ben;)

Ben kacar, size iyi seyirler!!!

Bir Aradayiz Hepsi Bu



Yazar: Cansuyu

Filmin almancasinin türkce tercümesi, birlikteyken daha az yalniziz. Benim gibi Audrey Tautou hayranlari icin daha da eglenceli gececek film Anna Gavalda'nin romanindan uyarlanmis. Filmden sonra, askin acaba yalnizliktan mi türedigini kendime sordum. Askla ilgili her soru gibi bunu da yanitlayamadim tabi ;)

Ben filmde en cok hepsinin birlikte oturdugu evi sevdim, klasik fakat eglenceli bir stillle dösenmis kocaman bir seydi. Icinde piyano olan, büsbüyük pencereleri ile sarayin bir kati gibiydi. Banyonun duvarlarina resmedilmis, yatak odalarindaki yataklar üzerimde rahatca kahvalti yapabilirsiniz diyordu, arzu eden olursa sevisebilirde! Filmin konusu da tam bu noktada ilginclesiyor zaten. Filmin zeki kadinini yakisikli genc en sonunda tavliyor ama o da ne, kizimizda baglanma ve diger bilumum korkulardan var :D

Ama filmin en seker karakteri hasoglanimizin anneannesi. Ben onun gibi on hatunla on gün gecirebilirim, canim da sikilmaz, eglendigim de yanima kar kalir. Tabii Türkiye`de öyle bir yasli bulmak kolay degil. Birakin sekseni, ellisinde dramatik yüz ifadelerini takip oturuyoruz malum!

Hepinize iyi seyirler, yavas ilerleyen fakat keyif alacaginiz bir film. Bakmayin bazi tanitimlarda drama yazdigina, ilgisi yok.


Wolverine'in Doğuşu -2-

Yazar: Platypus

X-MEN ORIGINS: WOLVERINE
Yönetmen : Gavin Hood
Senaryo: David Benioff, Skip Woods
Tür:
Macera, bilimkurgu,gerilim, fantastik Yapım Yeri/Tarihi/ Dili: USA /2009/ İngilizce
Süre: 126 dakika Oyuncular :Hugh Jackman (James Logan/Wolverine), Lynn Collins (Katya Siverfox), Ryan Reynolds(Wade Wilson/Deadpool), Liev Schreiber(Victor Creed/Sabretooth),Danny Huston (Stryker), Will.i.am(John Wraith), Taylor Kitsch (Remy LeBeau/Gambit), Tim Pocock (Scott Summers/Cyclops), Dominic Monaghan (Bradley), Daniel Henney (David North/Agent Zero)
Konu Özeti :
James Logan (Wolverine) ve Victor Creed (Sabretooth), çocukken Logan'ın babalarını öldürmesi sonucu kaçarlar. William Stryker adında bir adam tarafından bulunan ve mutantlardan oluşan özel bir gruba katılmaları için eğitilen ikilinin yolları, Logan'ın örgütü bırakıp Kanada'ya gitmesiyle ayrılır.

Yıllar sonra Stryker çıkageldiğinde, Logan'dan "Weapon X" isimli yeni projesine katılmasını ister. Teklifi reddeden Logan, Sabretooth'un kız arkadaşı Silver Fox'u öldürmesi nedeniyle projeye katılmayı kabul eder. Vücuduna enjekte edilen Adamantium metaliyle artık yenilmez olan Wolverine, Sabretooth'tan intikamını alabilecektir.

X-Men serisinin "spin-off"u X-Men Origins: Wolverine, bizi Logan'ın Wolverine'e dönüştüğü ilk yıllara götürüyor.

IMDB notu: 6.8
IMDB linki :
http://www.imdb.com/title/tt0458525/

Filmi sinemada orjinal sesiyle seyretmek istediğim için biraz gecikmeli de olsa sonunda muradıma erdim, Wolverine'in çocukluğundan hafızasını yitirdiği noktaya kadar nefes almadan seyrettim.

Baştan söyleyeyim, film bana çok kısa geldi. Benim gibi Wolverine hayranları için de benzer hisler uyandırmıştır eminim.

Hugh Jackman kesinlikle harika bir Wolverine. Zaten filme sadece onun için gelen ve Wolverine'i bu filmle tanımış büyük bir kesim vardı (Röportajlarında çekerken çok eğlendiğini söylediği çıplak sahnelerin Jackman hayranları üzerindeki etkisini bilmem söylememe gerek var mı?).

Özel efekt ekibi X-Men filmlerinden beri kendi pek geliştirmemiş görünüyor, ama bu halleriyle de elbette iyi bir iş çıkarmışlar. İşin uzmanı değilim, bu özel efektlerin oluşturulmasından ve mevcut teknolojiden de pek anlamadığımı itiraf etmeliyim. Sadece bir Gambit-sever olarak onun olduğu sahnelerde daha farklı şeyler beklemiştim. Ama Gambit'li sahnelerdeki tek problem efektler değildi. Buna tekrar geleceğiz.

Önce atmosferden biraz bahsedeyim. Filmi Almanya'nın ortasındaki minik bir öğrenci şehrinde İngilizce izledim. Filmin orjinali tercih edenler genellikle yabancı öğrenciler ve dublaja dayanamayan fanatiklerdi gördügüm kadarıyla. Tek bir boş yer yoktu, sonradan öğrendiğim kadarıyla 3. haftasında bütün mantineler (Almanca dublajlı da dahil) tamamen doluydu.


Kendi tepkimden önce Wolverine'i ilk kez bu filmde tanıyanların tepkilerine gelelim. Bilimkurgudan yada X-Men dünyasından pek hazzetmeyenler bile Wolverine'i sevmiş görünüyorlardı. Jackman hayranları filmden çok memnundu. Jackman zaten yüz mimiklerinden ses tonuna, konuşma tarzına kadar tam anlamıyla Wolverine'di. Dolayısıyla Wolverine kendisini daha önce tanımayanların da hayranlığını kazanmış olabilir bu filmle beraber.

X-Men dünyasına ve Wolverine'in geçmişine dair bir bilgisi olanlar içinse film bazı noktalarda tatmin edici değildi.

Film James Logan'ın (Wolverine) Victor Creed'le (Sabertooth) olan ortak geçmişlerini çok çabuk geçti. Bence pekçok Wolverine hayranı Jimmy ile Victor'ın sırt sırta dövüşmekten birbirinden nefret eder hale nasıl geldikleri konusunda biraz daha detay görmek istemiştir. Olaylar ışık hızıyla gelişti, James ve Victor'ı kısa kısa savaşlarda ve sonra da Team X'de gördük. Bu kadarı izleyenlere James ve Victor arasındaki fark konusunda bir fikir veriyor vermesine ama bence bütün filmi bu kadar paketlemeye gerek yoktu.

Yan karakterler konusunda korktuğum olmadı, karakterler etrafta uçuşan hayaletler olarak kalmadılar. Will.i.am beklediğimin çok üstünde bir performans gösterdi. Juggernaut'ın değişimi harikaydı, tam anlamıyla çizgi karakteri karşımda gördüm diyebilirim. Stryker konusunda söylenebilecek pek birşey yok. X-Men'lerdeki Stryker herhalde geçen yıllarla daha hırslı ve nefret dolu olmuş, bu filmde kendisi daha sakin bir tip. Emma Frost'un ablası Silverfox (Lynn Collins) da senaryonun değiştirdiği ve silikleştirdiği karakterlerden (Orjinal Silver Fox sadece Team X'in ona verdiği rejenarasyon yeteneğine sahip, filmde ise dokunduğu kişinin zihnini kontrol edebiliyor). Yine de son sahnelerde biraz daha ağırlıklı bir yer buluyor, zaten Collins kendini belli etmeyi başarıyor. Yüzüklerin Efendisi'nin Pippin'i Bradley (Dominic Monaghan) şiddet yanlısı ekipte çocuksuluğuyla sırıtan tek karakter, ama bunu negatif anlamda söylemiyorum. Özellikle de sirk sahneleri çok güzel olmuş.

Üzerinde durulması gereken üç önemli karakter : Creed, Gambit ve Deadpool.

--!!! DİKKAT!!!! Spoiler içeriyor!!!!---

Önce Deadpool. Ryan Reynolds'ınki bu filmdeki ikinci mükemmel oyunculuktu. Deadpool bütün dengesizliği ve çenesi düşüklüğü ile karşımızda. Her ne kadar senaryodaki "kan bağı nefretten üstündür" felsefesinin sonucunda orjinal hikayesiyle alakasız bir şekilde öldürülse de Deadpool Wolverine'den sonra filme damgasını vuran ikinci karakterdi. Reynolds'ın bu başarısı başlı başına bir Deadpool filmi getirir mi diye düşündüm (jenerikten sonraki sahnede Deadpool'un kafasını alıp "şşş" demesi zaten buna işaret ediyor herhalde) .Yine de karakteri çok saçma bir yerde, daha kendi öyküsünü geliştiremeden harcadılar , ki bence biraz daha fazla Deadpool ve "The Merc with a Mouth" isminin hakkını verecek kendini bilmiş lafları filmi daha eğlenceli yapabilirdi. Tabii filmde bir de çok büyük başka saçmalıklar/uyuşmazlıklar var. Weapon XI filmde Deadpool olarak adlandırılıyor. Orjinalinde de isim aynı olsa da öykü farklı: Deadpool akciğer kanseri yüzünden Stryker'la Weapon XI olmak için anlaşıyor, Stryker ona Wolverine'den aldıkları rejenarasyon yeteneğini katıyor ve kanser yok oluyor. Tabii Stryker'ın değişiklikleri bunlarla kalmıyor. Deadpool asıl çizgi romanda ve de filmde teleport özelliğini John Wraith'ten, istemli kullanabildiği optik ışınlarını da Cyclops'tan bu Weapon XI projesi sırasında alıyor. Film elbette konuyu kendine göre çarpıtmış. Aslında çarpıtmadan da Deadpool'un X-men dünyasındaki önemini yansıtabilirlerdi ( Orjinalinde Deadpool sadece biraz dengesiz (!) ama süper-kötülerden değil). Ufak bir dipnot daha: Ryan Reynolds Weapon XI'ı oynamıyor, onun yerine uzakdoğu sporlarında daha yetkin olan ve Reynolds'a yeterince benzeyen Scott Adkins'i görüyoruz aslında. Eğer Deadpool filmi gelirse, Reynolds'ı mı Adkins'i mi yoksa yine ikisini birden mi göreceğiz o da tam belli değil.

Victor Creed'i henüz daha insansıyken görüyoruz filmde, sırf bu bile yeterli aslında. Her ne kadar Creed X-Men filmlerine göre biraz çekmiş dursa da karakter Liev Schreiber'in üstüne tam oturmuş. Hemen belirteyim, önceki filmlerdeki Sabretooth Schreiber değil.

Kendisi de röportajlarında aradaki farkın ilk başta bilincinde olmadığını söylemiş. Hayran tepkilerini okuduktan sonra vücut geliştirme yapması gerektiğini farketmiş ve Hugh Jackman'la beraber haftanın altı günü özel bir programa girmişler. Sonucun her iki karakter için de pozitif olduğu açık. X-men filmlerinde Sabretooth'un Logan'ı tanımadığını farkedenler olmuştur, bu ilk baştan gelen bir saçmalıktı aslında. Logan'ın hafızasını kaybettiğini düşünürsek onun açısından oturuyor ama Sabretooth değişime uğrasa da hafızası gayet yerinde olmalı.

Logan-Creed ilişkisinde bir yin-yang durumu söz konusu. Creed ile kana susamış bir hayvan var karşımızda. Logan'la aralarındaki en büyük fark da bu. Ama daha önemlisi Creed'in Logan'a olan bağlılığını daha filmin başında , Logan hastayken yatağının başında endişeyle beklediği andan itibaren hissediyoruz. Logan da bütün vahşiliğine rağmen her durumda Creed'i savunmaktan vazgeçmemiş, sadece onu dizginlemeye çalışıyor.

Creed'in daha da vahşileşmesinde Logan'ın onu terk etmesinin de büyük etkisi var. Schreiber kimi yerlerde Creed'in kızgınlık, nefret ve kıskançlıkla yoğrulmuş hislerini sadece bakışlarıyla bile verebiliyor. Hugh Jackman'ın da dediği gibi Schreiber döneminin en iyi aktörlerinden ve Jackman-Schreiber izlemesi çok keyifli bir efsane yaratıyor.

Ve Gambit. Benim için tam bir hayal kırıklığı. Orjinal X-Men serisinin ele avuca sığmayan, problemli, karizmatik ve çapkın fransızı bu filmde öylesine silik ki... Aklımda kalan tek güzel ayrıntı Creed'in bile onunla çarpışmak istememesi. Wolverine'le aralarında oluşması gereken o karakter zıtlığı da yok. Nedeni belirsiz bir şekilde birbirlerine gıcık görünüyorlar, ama bu son derece yapay duruyor.

Gambit'in oraya sırf hayranlarını mutlu etsin diye eklendiği hissinden kurtulamadım film boyunca. Ayrıca ne yazık ki tahmin ettiğim gibi Taylor Kitsch hiç de Gambit gibi durmuyor, ne hareketler ne aksan. Film boyunca ve de sonunda "Keşke Josh Hartnett olsaydı!" diye yakınmaktan kendimi alamadım, Hartnett en azından görsel olarak Gambit'e daha yakın olabilirdi. Gösterimden önce Gambit için de bir film gelmesini umuyordum, şimdi diliyorum ki gelmez. Senaristlerin potansiyel sahibi karakterleri inatla lime lime etmesi gözümü korkuttu. Sanırım hem Gambit hem de Deadpool kendilerine ait bir filmde gerçek öykülerine sahip olamayacaklar ve özellikle de Gambit aslının Made in China taklidi gibi duracak.


Ufak ufak Cyclops ve Emma Frost'u da gördük, hatta dikkatle bakanlar X-Men serisinde geçen pek çok kahramanı (Storm'u bile) çocukluk halleriyle görme şansı yakaladılar. Xavier'in filmin sonunda görünüp X-Men'in ilk kadrosunu toplaması güzel bir ayrıntı. (Bu sahne bana "Gambit niye ilk filmde yoktu?" sorusunu tekrar sordurdu.)

Şu ana kadar Hugh Jackman için birşey söylemedim, çünkü gerek yok. Tek kelimeyle mükemmel, leziz bir performans. Rolün fiziksel ağırlığı tartışılmaz ama Jackman işini çok ciddiye almış, tek bir aksiyon sahnesinde bile eksiklik yok. Çoğunda da dublör kullanmadığı duyumlar arasında. Wolverine her yönden yoğun bir karakter ama Jackman 4.filminde artık bütünüyle Wolverine olmuş. Wolverine'i başka şekilde hayal edemiyorum.
--!!! DİKKAT!!!! Spoiler bitti!!!!---

Son bir not: Yapımcılar korsanlarla savaşmak için filme birden fazla son hazırlamışlar. Ayrıca jenerikten sonra görülen yine çeşitli bonus sahneler var. Artık şansınıza hangisi gelirse.

Wolverine tüm X-men filmlerinde bazıları için ikinci bazıları içinse ilk sırayı alıyor. Ben X-men filmlerini X-men Origins'ten ayırmak gerektiğini düşünüyorum, senaristlerin asla sadık kalmama konusundaki inatları yüzünden. Ayrı düşündüğümüzde notum 10 üzerinden 9.5 (yarım puan Gambit'ten gidiyor!) devam olarak düşünürsek ise 8.5. Bence mutlaka gidin görün, X-men dünyasına yabancı olsanız da. Pişman olmazsınız.

"Wolverine'in Doğuşu" yazısına gitmek için tıklayınız.

Radikal - Wolverine değil, kader "mutant"sın.

Bir Garip Süper Kahraman


Tür : Dram / Fantastik / Aksiyon
Yönetmen : Peter Berg
Senaryo :
Vincent Ngo , Vince Gilligan
Yapım : 2008, ABD , 102 dk.

Oyuncular: Will Smith (Hancock) , Charlize Theron (Mary Embrey) , Jason Bateman (Ray Embrey) ,
Konu : Kahramanlar vardır…super kahramanlar vardır…ve bir de Hancock vardır. Büyük güçle birlikte büyük sorumluluklar da gelir – bunu herkes bilir- tabi Hancock dışında herkes. Sinirli, uyuşmaz, alaycı ve yanlış anlaşılan Hancock. İyi niyetli kahramanlar işlerini yapıp sayısız insanı kurtarabilirler, ama her zaman arkalarında insanı hayrete düşürecek kadar hasar bırakırlar. Halk artık bu durumdan usanmıştır. Yerel kahramanlarına minnettar olmakla birlike, Los Angeles’in iyi vatandaşları bu adamı haketmek için ne yaptıklarını merak ederler. Hancock aslında başkalarının ne düşündüğünü umursayan birisi değildir. Halkla İlişkiler Uzmanı Ray Embrey’in hayatını kurtardıktan sonra alaycı super kahramanımız kendisinin de zayıf bir tarafının olabileceğini farketmeye başlar.Hancock’un bugüne kadar karşılatığı en büyük sorun bu yönüyle yüzleşmek olacaktır. Ayrıca, bu da Ray’in karısı Mary’nin onun işe yaramazın teki olduğu konusundaki ısrarını kırmak için bir fırsattır.


Süper güçleri olan ya da teknolojiyi süper güç gibi kullanan süper kahramanlara hepimiz çok alışığız. Süpermenler, Batmanler, Xmenler... Onlar ,arada gel git yaşasalar da, hep dünyayı kötülükten, yada yokolmanın eşiğinden kurtardılar. Çocukların idolleri oldular, herkes onları hep çok sevdi.

Oysa şimdi önümüzde hayli ilginç bir kahraman var: Alkolik Hancock! Bir yandan düşmanlarla savaşmasına devam ediyor, bir yandan da hiçbir şeye aldırmayan, sinir bozucu, alaycı tavrıyla kötüleri her yakalayışında ortalığı savaş alanına çeviriyor.

Peki Hancock kim? Kendisi de bilmiyor ilk başta, öğrendiğinde ise bizi bir sürpriz bekliyor.

Konuya girmek istemiyorum, ilginç ve eğlenceli bir film, izlemenizi tavsiye ederim.

Ben başka şeylere yorum yapayım.

Hancock'un en önemli özelliği adı duyulmamış bir karakter olması. Bu da doğal çünkü Hancock bu film için yaratıldı! Yani bu bir süperkahraman filmi, ama uyarlama değil, tamamen orjinal. Bazıları onu çoktan "indie süperkahraman" ilan etti bile. (Tabii filmde diğer süperkahramanlarla alttan alttan dalga geçilmesi de bunun nedenlerinden biri.)

Hancock'ta hoşuma giden o kadar çok şey var ki... Ama en başta, Clark Kent'ten bir hatırlatma yapalım. Clark Kent, süpergüçlerini sürekli kontrol altında tutması gerektiğini biliyor. Mesela dalgınlıkla birinin elini kontrolsüz sıkarsa o eli kırabilir ve kendisini sürekli kontrol altında tutuyor. Gayet titiz, kontrollü bir süperkahraman olan Süpermen'in tersini alabiliriz Hancock'ta. Mesela Hancock nasıl iniş yapması gerektiğini bilmediği için her seferinde bir sokak haşat oluyor. Hancock'un kendini kontrol etmek gibi bir derdi olmaması, yada bu konuda inanılmaz sarsaklığı zaten başlı başına harika.

Diğer güzel yakalanan nokta ise bence bir "üniforma"sı olmamasıydı. Kirli, eski püskü kıyafetleri, başından çıkarmadığı gri beresi ve güneş gözlükleriyle bence şimdiye kadarki en karizmatik kahramandı.Ama yine de hapishanede Ray'in ona getirdiği kostümü, göreve çağrıldığında giyiyor ve kostümsüz "cool" bir kahraman görme hayalimiz de suya düşüyor.

Ray: (Hancock'a kostümünü gösteriyor) Çağırdıkları zaman için.
Hancock: Bunu giymiyorum,Ray.
Ray: Evet, giyiyorsun.
.....

Hancock: Kıçım açık dövüşürüm ama bununla dövüşmem, Ray.
Ray:
Biliyorsun, çıplak da dövüştün. Youtube'da var.



Aslında Hancock'un tüm bu pislik tavırları ve garip yöntemlerinden daha da eğlenceli olan, özellikle de iletişim konusundaki sarsaklığı. Fazlasıyla kafası karışık, farklı ve yalnız. Ayrıca fazlaca asabi. (Özellikle "asshole" kelimesini falza tekrarlamanız halinde kesinlikle sizi atıp tutmaya başlayacağı anlamına geliyor.Bu kısım biraz Hollywood kokmuş, ama çok da fazla şey beklememek gerek neticede.) Ayrıca hiçbir süperkahramanın güçlerini, Hancock'un hapishanede etrafını saran kalabalığı dağıtmakta kullandığı gibi kullanacağını sanmıyorum (Adamlara gerçekten çok acıdım!). Sinirlendiğinde ufak bir çocuğu bile havaya fırlatabilir, kesinlikle bir rol model değil anlayacağınız. Zaten öyle bir kaygısı da yok, ne Hancock'un ne de yaratıcılarının. Yani süperkahraman klasiklerinden sıkıldıysanız önünüzde leziz bir anti-kahraman var.

Kendisinin de dediği gibi elinde süper güçler var ama bu gezegende türünün tek örneği ve "akşamdan kalma haliyle yapabileceğinin en iyisini yapıyor". İnsanlar bu kadar da üstüne gelmemeli!


Özetle filmin konusu çok orjinal olmasa da, karakterin ve esprilerin orjinalliği ayrıca filmdeki dönüşün tam da "Ah, gene aynı Hollywood hikayesine dönüyoruz" dediğim anda beklenmedik bir dönüş yapması yetti de arttı.

Will Smith karaktere çok gitmiş. Hatta Hancock, Smith için yazılmış gibi geldi bana. Zaten o bu karakterlerin adamı, bunu da Hancock'tan önce en iyi Men In Black serisinde gösterdi.

Charlize Theron'un Mary'si de gayet hoş durmuştu. Mary'nin kızdırılmaması gereken bir kadın olduğunu gerçekten hissettim diyebilirim. Ray kesinlikle filmdeki kilit karakterlerden biri. İyilik meleği ve saftirik Ray, Jason Bateman'da hayat buluyor.



Film bence 10 üzerinden 8. Eğlence ve aksiyon aradığınız bir anda açın seyredin.Ben çok güldüm, bir Hollywood filmi olduğunu unutmadan izlerseniz siz de çok eğleneceksiniz.

Asıklı Suratlı Kahraman, Neşeli Psikopat ve Kaosun Adaleti - 2 -

"Batman: Kara Şövalye" ile ilgili ilk yazıda filmin içeriğindeki çarpıcı noktaları dışarı çekip geri kalanlar hakkında yazmıştım. Şimdi ise bu filmin satır aralarına ineceğim kendimce.

Sinema tarihi başkaldırı filmlerine hiç de yabancı değil. Bu başkaldırı ister kötü adamın iyi adamlara saldırısı şeklinde olsun isterse insanı ezen bir düzene karşı duruş olsun. Sinema tarihi benzeri konuların işlendiği başarılı ve başarısız pek çok filmi kendi içinde barındırıyor.

Hollywood'daki en popüler örnekleri de öyle sanıyorum ki Stanley Kubrick'in Spartacus'üne kadar geri izlenebilir. Varolan düzenle ilgili eleştiriler getiren, bireyin yerini ve niteliğini sorgulayan, hatta alternatif sunan bu tarz filmler, Spartacus'ün McCarthy dönemiyle olan ilişkisinde de görüldüğü gibi, zaman ve mekandaki düşünce akımları ile şekilleniyor elbette. Martin Scorsese, 1976 tarihli Taksi Şöförü'nde yalnız ve dışlanmış bir Vietnam savaşı gazisi olan Travis üzerinden her gün farkına bile varmadan içinde eriyip gittiğimiz, bir anlamda kocaman açık lağımlara dönüşen şehirleşmeyi ve bireyi köşeye iten düzeni kucağımıza bırakıveriyor.Travis'in rahatsızlığına çözüm olarak yavaş yavaş şiddete yöneliyor . Bunun bir bakıma tersini ise Kubrick'in Otomatik Portakal'ından Alex ile görüyoruz. Alex'in bir psikopattan ehlileştirilmiş ama sonunda sistem tarafından acı çektirilen, kötüleşmeye zorlanan bir bireye dönüşümü Travis'in gelişimini zıt gözükse de aslında neden ve sonuç döngüde birleşiyor. Sistemin üzerimizdeki baskısı hep aynı: baştan da alsak, sondan da alsak baskı orada durdukça birşey değişmiyor. Değişen sadece dönemdeki gündem ve metotlar.

80ler sonrasında gelen siberpunk bence bize içinde isyan barındıran filmlerin de en güzellerini getirdi. Teknolojiyi ve bilimi son damlasına kadar kullanan bu filmler, olmuş ve olan dışında gelecekte karşılaşılabilecek sorunları da yaratıcı biçimlerde sundular.Örneğin, bir video ile hükümet devirmenin mümkün olduğunu bize anlatan V (V for Vendetta) aslında hiç de yanılmıyordu. Bireylerin sanal olarak fişlendiği bir dünyada, internetin vardığı son noktada artık çoğu propaganda ve eylem de sanal olarak yapılıyor. İnternetin gücünü arkasına alan bu eylemlerle çeşitli ülkelerde hükümetler sallanıyor, bakanlar, önemli bürokratlar koltuklarını bırakmak zorunda kalıyor.

Büyük ihtimalle türün en popüler ve en çok kazandırmış filmi Matrix oldu. Her ne kadar öncesinde kendine benzeyen çok sayıda filmin arasında sıyrılma nedeni büyük olasılıkla görsel efektleri olsa da, Matrix'de çoğu seyircinin işine içleyen şey belki de gerçekten yavaş yavaş içine gömüldüğümüz makine bağımlılığı ve gelişen teknolojilerin bize karşı kullanılma olasılığının hiç de göz ardı edilemeyecek düzeyde olmasıydı. Bugün tüm kişisel bilgilerimiz, devasa veritabanlarında depolanabiliyor, izleniyoruz ve o veri tabanlarında sayılarla ifade edilecek hale geldik. Eskiden çok uçuk duracak Yapay Zeka hükümetleri fikri artık eskisi kadar uzak değil. Özellikle de insanın elini kattığı her türlü sistemden kurtuluş yolu olarak sunulan seçenekler arasında kulağa o kadar da kötü gelmiyor (bkz. Zeitgeist hareketi.). Peki Matrix'de karşımıza çıkan sadece makinaların despotluğunun yarattığı terör müydü? Hayır. Tüm film serisini tek renk, katı çerçeveleri olan yönetimlerin enerjilerini vermeyi reddeden bireyleri yeraltına gönderecek olması olarak da okuyabiliriz elbette.

Matrix'in ardıllarından İsyan (Equilibrium)'da da Matrix'deki makina hegemonyasının yerini almış eş değer bir insan hükümetini, emrindekileri robotlaştırmasını ve karşıtları kolaylıkla yok etmesini görüyoruz. Aslında konu bakımından pek çok benzerlik barındırıyor bu iki film. Ama en önemlisi her iki filminde temelinde insanın içindeki özgürlük duygusu, insanın içinde barındırdığı "asil" değerlere duyulan güven ve isyankarlık kurtuluşla eş değer oluyor. (Matrix'in ikinci ve özellikle de üçüncü filminde ağır basan ve hayranlarınının çoğunu hayal kırıklığına uğratan Kurtarıcı Mesih benzetmelerini soyutlayarak, ve aslında daha çok ilk filmi baz alarak yapıyorum bu yorumları.)

Şimdiye kadar bahsettiklerimize bir baktığımızda, aslında gördüğümüz şey hikayenin "gri kahramanları"nın (beyaz diyemiyoruz çünkü özellikle kendi karanlıklarının altı çiziliyor, ve bu, sıradan bir insan, eski bir akıl hastası yada eski bir asker gibi bir bireyin gelip kahraman koltuğuna oturduğunda gerçekçi olmasını sağlıyor. ) sisteme karşı dikkat çekme amacında olanlar ya da ister istemez sistemden zarar görenler, ve "karanlık" kesimin de gücü elinde bulunduran topluluklar/kişiler olduğunu görüyoruz. Aslında bu filmlerdeki en ilginç özelliklerden biri de siyah-beyaz ayrımını ortadan kaldırarak renklerin karışmışlığını gözümüze sokmaları.

Kara Şövalye'ye gelirsek...

Öncelikle bir Ak Şövalye (Harvey Dent) var, ve Ak Şövalye yasaların, düzenin temsilcisi. Gri bir kahramınımız var (Kara Şövalye-Batman),ama kahramanımızın griliği kendi metodları konusundaki kafa karışıklığı ve çizgi üzerinde yürür gibi gözükmesinden kaynaklanıyor. Karanlık karakterimiz (Joker) ise bu sefer sistemin üzerine saldıran karakter ve bize Ak'ın o kadar da Ak olmadığını hatırlatan da o. Bir kişiye dahi zarar vermeden kurulacağı iddia edilen sorunsuz, ideal düzenin yaldızlı bir ambalajdan ibaret olduğunu gösteriyor.

Joker: Ah, sen. Benim gitmeme izin veremedin, değil mi? Bu, durdurulamayn bir kuvvet hareket ettirilmez bir objeye çarptığında olan şey. Sen bütünüyle dürüstsün,öyle değil mi? Ha? Sen , yersiz bir üstün görme sebebiyle beni öldürmeyeceksin ve ben de seni öldürmeyeceğim çünkü çok eğlencelisin. Sanırım senin ve benim kaderim bunu sonsuza dek yapmak.
Batman :
Bir hücrenin içinde sonsuza dek kelepçeli olacaksın.
Joker: Belki bir tanesini paylaşabiliriz. Biliyorsun, bu şehirde yaşayanların akıllarını kaçırma hızı
nı düşünürsek, bir hücreye iki tane sıkıştıracaklar.
Batman : Bu şehir iyiye inanmaya hazır insanlarla dolu olduğunu gösterdi.

Joker :
Cesaretleri tamamen kırılana kadar. Gerçek Harvey Dent'e ve onun yaptığı tüm o kahramanca şeylere bakana kadar. Gotham'ın ruhunu seninle bilek güreşinde kaybetme riskini alacağımı düşünmedin
değil mi? Hayır, elinde bir As olmalı. Benimki Harvey.
Batman:
Ona ne yaptın?

Joker: Gotham'ın Ak Şövalyesi'ni aldım ve bizim seviyemize getirdim. Zor olmadı. Bak, delilik, senin de bildiğin gibi, yerçekimi gibidir. Tek gereken ufak bir itme!

Joker, düzenle dalgasını geçer gibi gözükse de düzen olmasa kendisinin Joker olmayacağının da farkında. Onun bir tek amacı var: Renkler ayrımının saçmalığı, saf bembeyaz olmanın imkansızlığı ve kaosun barındırdığı derin adalet. Onun getirdiği kaosun barındırdığı adalet, belli bir kesimin değil herkesin etkilenmesinden, herkesin hedef oluvermesinden kaynaklanıyor. Joker, kaosun varlığının düzenden, kendi varlığının da Batman'inkinden bağımsız olamayacağını gayet iyi biliyor. Ama aynı zamanda, varolan düzene ayak uydurmuş, değerlerini düzenin değerlerini baz alarak oluşturmuş bireylerin iyi-kötü ayrımlarının da ne kadar ince olduğunu, ne kadar değişken olduğunu biliyor. Onun yaptığı tek şey de aslında, bu ince çizgilerle oynamak, burunlarının dibindeki yalanları içlerindeki düzenin kaosla kardeşliğini ortaya çıkararak göstermek.

Batman : O halde neden beni öldürmek istiyorsun?
Joker:
(gülerek) Seni öldürmek istemiyorum! Sensiz ben ne yaparım? Gidip o soyguncular mı uğraşayım? Hayır, hayır, HAYIR! Hayır. Sen .. sen... beni tamamlıyorsun!
Batman: Sen para için öldüren bir çöpsün.
Joker:
Onlardan biri gibi konuşma. Değilsin. İstesen bile. Onlar için,sen sadece bir ucubesin, benim gibi! Sana şimdi ihtiyaçları var, ama olmadığı zaman seni bir cüzzamlı gibi dışlayacaklar! Bak, onların ahlakları, prensipleri, kötü bir şaka! Zora geldikleri ilk anda bırakırlar. Onlar sadece dünyanın izin verdiği kadar iyiler. Sana göstereceğim. Riske girdikleri zaman, bunlar... bu uygar insanlar, birbirlerini yiyecekler. Bak, ben bir canavar değilim. Ben sadece ortalamanın üstündeyim.

Two-Face ("İki-Yüzlü", Harvey Dent) ile olan konuşmalarda da aslında bu mesajı bir kez daha alıyoruz. Onun savunduğu gibi, iyilik ve kötülük gibi soyut değerlere dayandırılmış dual bir düşünce sistemi, ahlaki değerler mevcut düzenler içinde aslında yazı-tura gibidir. Koşulları bir yerde şans belirler, ve o şans değerleri de belirler.

İki-Yüzlü : (Gordon'a) Sen kötü bir zamanda iyi adamlar olabileceğimizi düşündün. Ama yanıldın. Dünya zalim ve zalim bir dünyadaki tek değer şanstır. (bozukluğu elinde tutarak)Tarafsız. Önyargısız. Adil.

Joker : (İki-Yüzlü'ye) Kaosla ilgili olay nedir biliyor musun? Adildir. (Dolu bir silahı İki-Yüzlü'ye silahı uzatır, onu öldürüp öldürmeyeceğini görmek için de silahı kendi kafasına doğrultur.)
İki-Yüzlü:(hatıra bozukluğunu gösterir) Yaşarsın, (diğer tarafını gösterir) ölürsün.
Joker: İşte şimdi konuşuyoruz!


Joker'in bilinen "terörist"lerden tüm farkı, onun amacının saf şiddet , gücünü kanıtlamak, para ya da belli bir kesime duyduğu kin duygusu olmaması. Onun hedefinde, hiyerarşisindeki tüm basamaklarıyla beraber tüm sistem var. İyi kötü ayrımı yapmaksızın. Bunun içinde iyiyle kötünün tanımına saldırıyor, en açık hedef olarak.

Sonuç olarak, öyle sanıyorum ki öncüllerinin pek çoğundan Kara Şövalye filmini farklı kılan da Joker de düğümlenen sistem karşıtlığı. Kötü adam ölmüyor, iyiler kazanmıyor. Çünkü aslında keskin bir iyi-kötü ayrımı kalmıyor. Her ne kadar yöntemini kabul edemeyecek olsam da, Joker'in griliğe ve aslında tüm renk ayrımlarına karşı bize sunduğu, kaosun içindeki o leziz adalet anlayışı bence takdiri hak ediyor.

Asıklı Suratlı Kahraman, Neşeli Psikopat ve Kaosun Adaleti - 1 -

Yazar: Platypus

KARA ŞÖVALYE
Orijinal İsim : The Dark Knight
Yönetmen : Christopher Nolan
Senaryo:
Jonathan Nolan, Christopher Nolan, David S. Goyer, Bob Kane
Tür:
Macera, gerilim
Yapım Yeri/Tarihi/ Dili: USA /2008/ İngilizce
Yapımcı:
Christopher Nolan, Charles Roven, Benjamin Melniker, Emma Thomas, Jordan Goldberg, Kevin De La Noy
Süre:
126 dakika
Oyuncular :Christian Bale, Heath Ledger, Maggie Gyllenhaal, Michael Caine, Aaron Eckhart, William Fichtner, Morgan Freeman, Gary Oldman, Edison Chen, Cillian Murphy, Eric Roberts,
Konu Özeti :
'The Dark Knight' da, Batman suça karşı savaşını daha da ileriye götürüyor: Teğmen Jim Gordon ve Bölge Savcısı Harvey Dent’in yardımlarıyla, Batman, şehir sokaklarını sarmış olan suç örgütlerinden geriye kalanları temizlemeye girişir. Bu ortaklığın etkili olduğu açıktır, ama ekip kısa süre sonra kendilerini, Joker olarak bilinen ve Gotham şehri sakinlerini daha önce de dehşete boğmuş olan suç dehasının yarattığı karmaşanın ortasında bulurlar.
IMDB notu:
9.0 IMDB EN İYİ 250 FİLM listesinde 6. sırada.
IMDB linki : http://www.imdb.com/title/tt1099212/

Bu senenin belki de en çok konuşulan filmi oldu Kara Şövalye. Heath Ledger'ın ölümü ve Christian Bale'in 60 yaşındaki annesini hastanelik etmekten ötürü tutuklanmasının da katkısı oldu kuşkusuz. Bunun yanında bu filmi çok sevenler kadar nefret edenler de oldu. Filmin içindeki karakterlerin kendisinden önceki başka filmlerden beslendiğini ve sinema tarihi konusundaki cehaletin ona bu başarıyı sağladığını düşünenler de. Ne olursa olsun bu film tüm Batman serileri, hatta gelmiş geçmiş tüm gerilim filmleri içinde kendine has bir yer edindi.

Burada filme iki bölüm halinde yaklaşmak daha doğru olur diye düşünüyorum. İlk bölümde filmin kendisi hakkındaki yorumlarımı, ikincisinde de filmin konuşmalarında, karakterlerin bakış açılarında saklananlar ve daha fazlası hakkında görüşlerimi sizlerle paylaşacağım. (Her ikisinin de son derece amatör olduğunu en başta belirteyim.)

Nolan'ın Batman serisi, hikayeye yaklaşımı, son derece gerçekçi kötü karakterleri ve Batman'in süper güçleri olmayan tek süper kahraman olmasına sürekli vurgu yapması ile diğer tüm Batman'lerden ayrılıyor. Bruce Wayne'in Batman haline gelişini izlediğimiz ilk film "Batman Başlıyor"un sonunda sonraki filmde Joker'le tanışacağımızı anlamıştık. (Son sahnedeki patlama ve etrafa saçılan jokerler...) Büyük bir merakla kimin oynayacağını beklerken karşımıza genç ve yetenekli Heath Ledger çıktı.

Elbette en büyük soru işareti Jack Nicholson ustanın Joker'iyle başa çıkabilecek miydi Ledger'in Joker'i?

Filmi daha izlemeden, fragmanda Joker'in kahkasını duyduğum andan itibaren biliyordum ki evet, olmuştu. Gerçek Joker'le karşı karşıyaydık ve Ledger, Nicholson'ın mülayim Joker'ini yenmişti.

Batman'in çizgi romanından Joker'i tanıyanlar, onun önceki filmlerde Jack Nicholson'ın canlandırdığından daha korkutucu bir karakter olduğunu bilirler. (Nicholson kategorisinde bakarsak daha çok Shining ayarındadır aslında Joker, sadece ne yaptığının son derece farkındadır). Joker'i zaten diğer protagonistlerden ayıran da budur: Kendisi diğerleri gibi para , şan şöhret peşinde değildir (O yüzden de rahatlıkla ufak boyutlarda bir tepe haline gelmiş para yığınını çekinmeden ateşe verebilir, şaşırmayın). O suça aşıktır ve Batman'e birebir denk gelebilecek güçteki tek delimiz de odur (ve benim favorimdir). Kendi deyimiyle Batman'in varlığı sayesinde artık suçla savaşmaktan korkmayan bu şehir daha kaliteli bir suçluyu haketmektedir ve o da bunu onlara verecektir. Kaybedecek birşeyi de yoktur üstelik. Tek takıntısı, hiç kimsenin zarar görmesinin istenmediği, herkesin eşit olduğu düzenin kocaman bir yalan olduğunu herkese göstermektir.

İşte bu filmde Joker'i aynen bu şekilde görebiliyoruz.

Yalnız Ledger'in Joker'inde başka şeyler de var. Bir kere filmdeki (Batman de dahil) tüm diğer kahramanları gölgede bıraktığı kesin. Filmin ismi Joker olsaydı da kimse karşı çıkmazdı sanırım. İkincisi, Joker'in kafasının nasıl işlediğini görebiliyoruz. Çünkü sanki Joker beyaz perdeye gelmiş, kendisinden esinlenilerek yaratılan bir kahramanı anlatıyor. Ve üçüncüsü, belki de en ilginci : Joker'i her zaman Batman'den daha fazla sevdiğim için beni bir kenara bırakalım, ama konuştuğum hemen herkes filmden Joker'e hayran ayrıldığını söyledi. Yani filmden kötü kahramana hayranlıkla ayrılıyorsunuz. Çocuklar Batman'den çok Joker oyuncaklarına rağbet ediyorlar. Bunda Joker karakterinin altında gizlenen mesajların da etkisi var mı, tartışılır. Ama filmde Joker'in Batman'den daha gerçek ve daha etkileyici olmasının da payı tartışılmaz. Bu Ledger'ın başarısı.


Bu filmin kolay kolay hafızalardan silineceğini sanmıyorum. Elbette Heath Ledger'ın aramızdan çok erken ayrılmış olması da bu filme ayrı bir efsane katacak, her ne kadar doğrudan olmasa da.

Oscar'a gelince, Ledger bence En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülünü alacak. Hemen herkes bu konuda hem fikir. Peki hayatta olsaydı farklı mı olurdu? Bence tek farkı, Kodak Theater'a gidip ödülü kendi ellerine alması olurdu.

Peki Joker'i içinden çekelim ve filmin geri kalanına bakalım.

Bu filmde, artık Batman kimliğini kabullenmiş bir Bruce Wayne ve Batman'in varlığına sırtını yaslamış bir Gotham şehri var (Zaten Joker'i harekete geçiren de bu sorgusuz güven oluyor). Batman ise Joker gibi kendi dengi bir rakip karşısında ilk sınavını verecek. Batman-Bruce Wayne arasındaki kimlik karmaşası da henüz dinmemiş üstelik. Yani Batman kendisinin negatifi gibi duran Joker'le uğraşacak ama bir yandan da bastığı yerden emin olmayan, içten içe tökezleyen bir Batman'den kaderini kabullenmiş, mağrur Kara Şövalye'ye dönüşmeye çalışacak.

Christian Bale, Batman Başlıyor'da sanırım daha iyiydi. Bu filmde yolunda gitmeyen birşeyler olduğu hissinden kurtulamadım. Ya Ledger'ın oyunculuğu ister istemez Bale'i kenara itti ya da gerçekten bu sefer Batman ile Bale birebir uyuşamadılar. Yine de kesinlikle kötü değildi, hatta Keaton'dan sonra en iyi ikinci Batman bile olabilir Bale.

Harvey Dent rolünde Aaron Eckhart çok iyi. Harvey Dent'i filmin sonunda kısa bir süreliğine de olsa Two-Face olarak yakalıyoruz. Niye bu filmde bu kadar kısa bir süreye sıkıştırıldığını tam olarak çözemedim ama kesin olan şey Two-Face'in 3. filmde olmayacağı.

Filmin sonunda tek sevindiğim şey Rachel'ın bundan sonra ortalıkta olmayacak olmasıydı. Her ne kadar Ak Şövalye Kara Şövalye biraz da onun sayesinde belli olacak olsa da , Rachel'in varlığı filme önemli bir farklılık katmıyor. Maggie Gyllenhaal birkaç sahne dışında kendini göstermeyi başaramıyor, zaten çok da sevimli olmayan Rachel karakteri de iyice sevimsizleşiyor benim gözümde. Yine de Gyllenhaal, Katie Holmes'a kıyasla çok daha iyi Rachel rolünde.

Filmin yapımıyla ilgil notlara girmiyorum, çünkü internette bu konuda çok fazla video var ve bence eğer kamera arkasını merak ediyorsanız o videoları izlemelisiniz.

İkinci bölüme kadar Kara Şövalye için söylenebilecekler bu kadar. Tadı damağınızda kalacak bir film, izlemenizi tavsiye ederim.

Benim kişisel notum 10 üzerinden 9.

Ayrıca bu film ile Heath Ledger da kaliteli oyuncular listemde üst sıraları garantiledi. Ne yazık ki başka filmlerini göremeyeceğiz.




Ufak bir not: Şimdiden sonraki filmde Riddler'ı kimin canlandıracağı sorusu gündemde. Bazı duyumlara göre Johnny Depp bu rol için kendisine sunulan teklifi reddetmiş. Eski Batman serisinin üçüncü filminde Riddler'ı Jim Carrey canlandırmıştı ve Carrey'nin bu filmdeki performansının şimdiye kadarki en iyi performanslarından biri olduğunu hatırlatalım.

Eyyvah Eyvah