Asıklı Suratlı Kahraman, Neşeli Psikopat ve Kaosun Adaleti - 2 -
"Batman: Kara Şövalye" ile ilgili ilk yazıda filmin içeriğindeki çarpıcı noktaları dışarı çekip geri kalanlar hakkında yazmıştım. Şimdi ise bu filmin satır aralarına ineceğim kendimce. Sinema tarihi başkaldırı filmlerine hiç de yabancı değil. Bu başkaldırı ister kötü adamın iyi adamlara saldırısı şeklinde olsun isterse insanı ezen bir düzene karşı duruş olsun. Sinema tarihi benzeri konuların işlendiği başarılı ve başarısız pek çok filmi kendi içinde barındırıyor.
Hollywood'daki en popüler örnekleri de öyle sanıyorum ki Stanley Kubrick'in Spartacus'üne kadar geri izlenebilir. Varolan düzenle ilgili eleştiriler getiren, bireyin yerini ve niteliğini sorgulayan, hatta alternatif sunan bu tarz filmler, Spartacus'ün McCarthy dönemiyle olan ilişkisinde de görüldüğü gibi, zaman ve mekandaki düşünce akımları ile şekilleniyor elbette. Martin Scorsese, 1976 tarihli Taksi Şöförü'nde yalnız ve dışlanmış bir Vietnam savaşı gazisi olan Travis üzerinden her gün farkına bile varmadan içinde eriyip gittiğimiz, bir anlamda kocaman açık lağımlara dönüşen şehirleşmeyi ve bireyi köşeye iten düzeni kucağımıza bırakıveriyor.Travis'in rahatsızlığına çözüm olarak yavaş yavaş şiddete yöneliyor . Bunun bir bakıma tersini ise Kubrick'in Otomatik Portakal'ından Alex ile görüyoruz. Alex'in bir psikopattan ehlileştirilmiş ama sonunda sistem tarafından acı çektirilen, kötüleşmeye zorlanan bir bireye dönüşümü Travis'in gelişimini zıt gözükse de aslında neden ve sonuç döngüde birleşiyor. Sistemin üzerimizdeki baskısı hep aynı: baştan da alsak, sondan da alsak baskı orada durdukça birşey değişmiyor. Değişen sadece dönemdeki gündem ve metotlar.
80ler sonrasında gelen siberpunk bence bize içinde isyan barındıran filmlerin de en güzellerini getirdi. Teknolojiyi ve bilimi son damlasına kadar kullanan bu filmler, olmuş ve olan dışında gelecekte karşılaşılabilecek sorunları da yaratıcı biçimlerde sundular.Örneğin, bir video ile hükümet
devirmenin mümkün olduğunu bize anlatan V (V for Vendetta) aslında hiç de yanılmıyordu. Bireylerin sanal olarak fişlendiği bir dünyada, internetin vardığı son noktada artık çoğu propaganda ve eylem de sanal olarak yapılıyor. İnternetin gücünü arkasına alan bu eylemlerle çeşitli ülkelerde hükümetler sallanıyor, bakanlar, önemli bürokratlar koltuklarını bırakmak zorunda kalıyor.
Büyük ihtimalle türün en popüler ve en çok kazandırmış filmi Matrix oldu. Her ne kadar öncesinde kendine benzeyen çok sayıda filmin arasında sıyrılma nedeni büyük olasılıkla görsel efektleri olsa da, Matrix'de çoğu seyircinin işine içleyen şey belki de gerçekten yavaş yavaş içine gömüldüğümüz makine bağımlılığı ve gelişen teknolojilerin bize karşı kullanılma olasılığının hiç de göz ardı edilemeyecek düzeyde olmasıydı. Bugün tüm kişisel bilgilerimiz, devasa veritabanlarında depolanabiliyor, izleniyoruz ve o veri tabanlarında sayılarla ifade edilecek hale geldik. Eskiden çok uçuk duracak Yapay Zeka hükümetleri fikri artık eskisi kadar uzak değil. Özellikle de insanın elini kattığı her türlü sistemden kurtuluş yolu olarak sunulan seçenekler arasında kulağa o kadar da kötü gelmiyor (bkz. Zeitgeist hareketi.). Peki Matrix'de karşımıza çıkan sadece makinaların despotluğunun yarattığı terör müydü? Hayır. Tüm film serisini tek renk, katı çerçeveleri olan yönetimlerin enerjilerini vermeyi reddeden bireyleri yeraltına gönderecek olması olarak da okuyabiliriz elbette.
Matrix'in ardıllarından İsyan (Equilibrium)'da da Matrix'deki makina hegemonyasının yerini almış eş değer bir insan hükümetini, emrindekileri robotlaştırmasını ve karşıtları kolaylıkla yok etmesini görüyoruz. Aslında konu bakımından pek çok benzerlik barındırıyor bu iki film. Ama en önemlisi her iki filminde temelinde insanın içindeki özgürlük duygusu, insanın içinde barındırdığı "asil" değerlere duyulan güven ve isyankarlık kurtuluşla eş değer oluyor. (Matrix'in ikinci ve özellikle de üçüncü filminde ağır basan ve hayranlarınının çoğunu hayal kırıklığına uğratan Kurtarıcı Mesih benzetmelerini soyutlayarak, ve aslında daha çok ilk filmi baz alarak yapıyorum bu yorumları.)
Şimdiye kadar bahsettiklerimize bir baktığımızda, aslında gördüğümüz şey hikayenin "gri kahramanları"nın (beyaz diyemiyoruz çünkü özellikle kendi karanlıklarının altı çiziliyor, ve bu, sıradan bir insan, eski bir akıl hastası yada eski bir asker gibi bir bireyin gelip kahraman koltuğuna oturduğunda gerçekçi olmasını sağlıyor. ) sisteme karşı dikkat çekme amacında olanlar ya da ister istemez sistemden zarar görenler, ve "karanlık" kesimin de gücü elinde bulunduran topluluklar/kişiler olduğunu görüyoruz. Aslında bu filmlerdeki en ilginç özelliklerden biri de siyah-beyaz ayrımını ortadan kaldırarak renklerin karışmışlığını gözümüze sokmaları.
Kara Şövalye'ye gelirsek...
Öncelikle bir Ak Şövalye (Harvey Dent) var, ve Ak Şövalye yasaların, düzenin temsilcisi. Gri bir kahramınımız var (Kara Şövalye-Batman),ama kahramanımızın griliği kendi metodları konusundaki kafa karışıklığı ve çizgi üzerinde yürür gibi gözükmesinden kaynaklanıyor. Karanlık karakterimiz (Joker) ise bu sefer sistemin üzerine saldıran karakter ve bize Ak'ın o kadar da Ak olmadığını hatırlatan da o. Bir kişiye dahi zarar vermeden kurulacağı iddia edilen sorunsuz, ideal düzenin yaldızlı bir ambalajdan ibaret olduğunu gösteriyor.
Joker: Ah, sen. Benim gitmeme izin veremedin, değil mi? Bu, durdurulamayn bir kuvvet hareket ettirilmez bir objeye çarptığında olan şey. Sen bütünüyle dürüstsün,öyle değil mi? Ha? Sen , yersiz bir üstün görme sebebiyle beni öldürmeyeceksin ve ben de seni öldürmeyeceğim çünkü çok eğlencelisin. Sanırım senin ve benim kaderim bunu sonsuza dek yapmak.
Batman : Bir hücrenin içinde sonsuza dek kelepçeli olacaksın.
Joker: Belki bir tanesini paylaşabiliriz. Biliyorsun, bu şehirde yaşayanların akıllarını kaçırma hızını düşünürsek, bir hücreye iki tane sıkıştıracaklar.
Batman : Bu şehir iyiye inanmaya hazır insanlarla dolu olduğunu gösterdi.
Joker : Cesaretleri tamamen kırılana kadar. Gerçek Harvey Dent'e ve onun yaptığı tüm o kahramanca şeylere bakana kadar. Gotham'ın ruhunu seninle bilek güreşinde kaybetme riskini alacağımı düşünmedin değil mi? Hayır, elinde bir As olmalı. Benimki Harvey.
Batman:Ona ne yaptın?
Joker: Gotham'ın Ak Şövalyesi'ni aldım ve bizim seviyemize getirdim. Zor olmadı. Bak, delilik, senin de bildiğin gibi, yerçekimi gibidir. Tek gereken ufak bir itme!
Joker, düzenle dalgasını geçer gibi gözükse de düzen olmasa kendisinin Joker olmayacağının da farkında. Onun bir tek amacı var: Renkler ayrımının saçmalığı, saf bembeyaz olmanın imkansızlığı ve kaosun barındırdığı derin adalet. Onun getirdiği kaosun barındırdığı adalet, belli bir kesimin değil herkesin etkilenmesinden, herkesin hedef oluvermesinden kaynaklanıyor. Joker, kaosun varlığının düzenden, kendi varlığının da Batman'inkinden bağımsız olamayacağını gayet iyi biliyor. Ama aynı zamanda, varolan düzene ayak uydurmuş, değerlerini düzenin değerlerini baz alarak oluşturmuş bireylerin iyi-kötü ayrımlarının da ne kadar ince olduğunu, ne kadar değişken olduğunu biliyor. Onun yaptığı tek şey de aslında, bu ince çizgilerle oynamak, burunlarının dibindeki yalanları içlerindeki düzenin kaosla kardeşliğini ortaya çıkararak göstermek.
Batman : O halde neden beni öldürmek istiyorsun?
Joker: (gülerek) Seni öldürmek istemiyorum! Sensiz ben ne yaparım? Gidip o soyguncular mı uğraşayım? Hayır, hayır, HAYIR! Hayır. Sen .. sen... beni tamamlıyorsun!
Batman: Sen para için öldüren bir çöpsün.
Joker: Onlardan biri gibi konuşma. Değilsin. İstesen bile. Onlar için,sen sadece bir ucubesin, benim gibi! Sana şimdi ihtiyaçları var, ama olmadığı zaman seni bir cüzzamlı gibi dışlayacaklar! Bak, onların ahlakları, prensipleri, kötü bir şaka! Zora geldikleri ilk anda bırakırlar. Onlar sadece dünyanın izin verdiği kadar iyiler. Sana göstereceğim. Riske girdikleri zaman, bunlar... bu uygar insanlar, birbirlerini yiyecekler. Bak, ben bir canavar değilim. Ben sadece ortalamanın üstündeyim.
Two-Face ("İki-Yüzlü", Harvey Dent) ile olan konuşmalarda da aslında bu mesajı bir kez daha alıyoruz. Onun savunduğu gibi, iyilik ve kötülük gibi soyut değerlere dayandırılmış dual bir düşünce sistemi, ahlaki değerler mevcut düzenler içinde aslında yazı-tura gibidir. Koşulları bir yerde şans belirler, ve o şans değerleri de belirler.
İki-Yüzlü : (Gordon'a) Sen kötü bir zamanda iyi adamlar olabileceğimizi düşündün. Ama yanıldın. Dünya zalim ve zalim bir dünyadaki tek değer şanstır. (bozukluğu elinde tutarak)Tarafsız. Önyargısız. Adil.
Joker : (İki-Yüzlü'ye) Kaosla ilgili olay nedir biliyor musun? Adildir. (Dolu bir silahı İki-Yüzlü'ye silahı uzatır, onu öldürüp öldürmeyeceğini görmek için de silahı kendi kafasına doğrultur.)
İki-Yüzlü:(hatıra bozukluğunu gösterir) Yaşarsın, (diğer tarafını gösterir) ölürsün.
Joker: İşte şimdi konuşuyoruz!
Joker'in bilinen "terörist"lerden tüm farkı, onun amacının saf şiddet , gücünü kanıtlamak, para ya da belli bir kesime duyduğu kin duygusu olmaması. Onun hedefinde, hiyerarşisindeki tüm basamaklarıyla beraber tüm sistem var. İyi kötü ayrımı yapmaksızın. Bunun içinde iyiyle kötünün tanımına saldırıyor, en açık hedef olarak.
Sonuç olarak, öyle sanıyorum ki öncüllerinin pek çoğundan Kara Şövalye filmini farklı kılan da Joker de düğümlenen sistem karşıtlığı. Kötü adam ölmüyor, iyiler kazanmıyor. Çünkü aslında keskin bir iyi-kötü ayrımı kalmıyor. Her ne kadar yöntemini kabul edemeyecek olsam da, Joker'in griliğe ve aslında tüm renk ayrımlarına karşı bize sunduğu, kaosun içindeki o leziz adalet anlayışı bence takdiri hak ediyor.
Asıklı Suratlı Kahraman, Neşeli Psikopat ve Kaosun Adaleti - 1 -
Yazar: Platypus
KARA ŞÖVALYE
Orijinal İsim : The Dark Knight
Yönetmen : Christopher Nolan
Senaryo: Jonathan Nolan, Christopher Nolan, David S. Goyer, Bob Kane
Tür: Macera, gerilim
Yapım Yeri/Tarihi/ Dili: USA /2008/ İngilizce
Yapımcı: Christopher Nolan, Charles Roven, Benjamin Melniker, Emma Thomas, Jordan Goldberg, Kevin De La Noy
Süre: 126 dakika
Oyuncular :Christian Bale, Heath Ledger, Maggie Gyllenhaal, Michael Caine, Aaron Eckhart, William Fichtner, Morgan Freeman, Gary Oldman, Edison Chen, Cillian Murphy, Eric Roberts,
Konu Özeti : 'The Dark Knight' da, Batman suça karşı savaşını daha da ileriye götürüyor: Teğmen Jim Gordon ve Bölge Savcısı Harvey Dent’in yardımlarıyla, Batman, şehir sokaklarını sarmış olan suç örgütlerinden geriye kalanları temizlemeye girişir. Bu ortaklığın etkili olduğu açıktır, ama ekip kısa süre sonra kendilerini, Joker olarak bilinen ve Gotham şehri sakinlerini daha önce de dehşete boğmuş olan suç dehasının yarattığı karmaşanın ortasında bulurlar.
IMDB notu: 9.0 IMDB EN İYİ 250 FİLM listesinde 6. sırada.
IMDB linki : http://www.imdb.com/title/tt1099212/Bu senenin belki de en çok konuşulan filmi oldu Kara Şövalye. Heath Ledger'ın ölümü ve Christian Bale'in 60 yaşındaki annesini hastanelik etmekten ötürü tutuklanmasının da katkısı oldu kuşkusuz. Bunun yanında bu filmi çok sevenler kadar nefret edenler de oldu. Filmin içindeki karakterlerin kendisinden önceki başka filmlerden beslendiğini ve sinema tarihi konusundaki cehaletin ona bu başarıyı sağladığını düşünenler de. Ne olursa olsun bu film tüm Batman serileri, hatta gelmiş geçmiş tüm gerilim filmleri içinde kendine has bir yer edindi.
Burada filme iki bölüm halinde yaklaşmak daha doğru olur diye düşünüyorum. İlk bölümde filmin kendisi hakkındaki yorumlarımı, ikincisinde de filmin konuşmalarında, karakterlerin bakış açılarında saklananlar ve daha fazlası hakkında görüşlerimi sizlerle paylaşacağım. (Her ikisinin de son derece amatör olduğunu en başta belirteyim.)
Nolan'ın Batman serisi, hikayeye yaklaşımı, son derece gerçekçi kötü karakterleri ve Batman'in süper güçleri olmayan tek süper kahraman olmasına sürekli vurgu yapması ile diğer tüm Batman'lerden ayrılıyor. Bruce Wayne'in Batman haline gelişini izlediğimiz ilk film "Batman Başlıyor"un sonunda sonraki filmde Joker'le tanışacağımızı anlamıştık. (Son sahnedeki patlama ve etrafa saçılan jokerler...) Büyük bir merakla kimin oynayacağını beklerken karşımıza genç ve yetenekli Heath Ledger çıktı.
Elbette en büyük soru işareti Jack Nicholson ustanın Joker'iyle başa çıkabilecek miydi Ledger'in Joker'i?
Filmi daha izlemeden, fragmanda Joker'in kahkasını duyduğum andan itibaren biliyordum ki evet, olmuştu. Gerçek Joker'le karşı karşıyaydık ve Ledger, Nicholson'ın mülayim Joker'ini yenmişti.
Batman'in çizgi romanından Joker'i tanıyanlar, onun önceki filmlerde Jack Nicholson'ın canlandırdığından daha korkutucu bir karakter olduğunu bilirler. (Nicholson kategorisinde bakarsak daha çok Shining ayarındadır aslında Joker, sadece ne yaptığının son derece farkındadır). Joker'i zaten diğer protagonistlerden ayıran da budur: Kendisi diğerleri gibi para , şan şöhret peşinde değildir (O yüzden de rahatlıkla ufak boyutlarda bir tepe haline gelmiş para yığınını çekinmeden ateşe verebilir, şaşırmayın). O suça aşıktır ve Batman'e birebir denk gelebilecek güçteki tek delimiz de odur (ve benim favorimdir). Kendi deyimiyle Batman'in varlığı sayesinde artık suçla savaşmaktan korkmayan bu şehir daha kaliteli bir suçluyu haketmektedir ve o da bunu onlara verecektir. Kaybedecek birşeyi de yoktur üstelik. Tek takıntısı, hiç kimsenin zarar görmesinin istenmediği, herkesin eşit olduğu düzenin kocaman bir yalan olduğunu herkese göstermektir.İşte bu filmde Joker'i aynen bu şekilde görebiliyoruz.
Yalnız Ledger'in Joker'inde başka şeyler de var. Bir kere filmdeki (Batman de dahil) tüm diğer kahramanları gölgede bıraktığı kesin. Filmin ismi Joker olsaydı da kimse karşı çıkmazdı sanırım. İkincisi, Joker'in kafasının nasıl işlediğini görebiliyoruz. Çünkü sanki Joker beyaz perdeye gelmiş, kendisinden esinlenilerek yaratılan bir kahramanı anlatıyor. Ve üçüncüsü, belki de en ilginci : Joker'i her zaman Batman'den daha fazla sevdiğim için beni bir kenara bırakalım, ama konuştuğum hemen herkes filmden Joker'e hayran ayrıldığını söyledi. Yani filmden kötü kahramana hayranlıkla ayrılıyorsunuz. Çocuklar Batman'den çok Joker oyuncaklarına rağbet ediyorlar. Bunda Joker karakterinin altında gizlenen mesajların da etkisi var mı, tartışılır. Ama filmde Joker'in Batman'den daha gerçek ve daha etkileyici olmasının da payı tartışılmaz. Bu Ledger'ın başarısı.
Bu filmin kolay kolay hafızalardan silineceğini sanmıyorum. Elbette Heath Ledger'ın aramızdan çok erken ayrılmış olması da bu filme ayrı bir efsane katacak, her ne kadar doğrudan olmasa da.
Oscar'a gelince, Ledger bence En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülünü alacak. Hemen herkes bu konuda hem fikir. Peki hayatta olsaydı farklı mı olurdu? Bence tek farkı, Kodak Theater'a gidip ödülü kendi ellerine alması olurdu.
Peki Joker'i içinden çekelim ve filmin geri kalanına bakalım.
Bu filmde, artık Batman kimliğini kabullenmiş bir Bruce Wayne ve Batman'in varlığına sırtını yaslamış bir Gotham şehri var (Zaten Joker'i harekete geçiren de bu sorgusuz güven oluyor). Batman ise Joker gibi kendi dengi bir rakip karşısında ilk sınavını verecek. Batman-Bruce Wayne arasındaki kimlik karmaşası da henüz dinmemiş üstelik. Yani Batman kendisinin negatifi gibi duran Joker'le uğraşacak ama bir yandan da bastığı yerden emin olmayan, içten içe tökezleyen bir Batman'den kaderini kabullenmiş, mağrur Kara Şövalye'ye dönüşmeye çalışacak.Christian Bale, Batman Başlıyor'da sanırım daha iyiydi. Bu filmde yolunda gitmeyen birşeyler olduğu hissinden kurtulamadım. Ya Ledger'ın oyunculuğu ister istemez Bale'i kenara itti ya da gerçekten bu sefer Batman ile Bale birebir uyuşamadılar. Yine de kesinlikle kötü değildi, hatta Keaton'dan sonra en iyi ikinci Batman bile olabilir Bale.
Harvey Dent rolünde Aaron Eckhart çok iyi. Harvey Dent'i filmin sonunda kısa bir süreliğine de olsa Two-Face olarak yakalıyoruz. Niye bu filmde bu kadar kısa bir süreye sıkıştırıldığını tam olarak çözemedim ama kesin olan şey Two-Face'in 3. filmde olmayacağı.
Filmin sonunda tek sevindiğim şey Rachel'ın bundan sonra ortalıkta olmayacak olmasıydı. Her ne kadar Ak Şövalye Kara Şövalye biraz da onun sayesinde belli olacak olsa da , Rachel'in varlığı filme önemli bir farklılık katmıyor. Maggie Gyllenhaal birkaç sahne dışında kendini göstermeyi başaramıyor, zaten çok da sevimli olmayan Rachel karakteri de iyice sevimsizleşiyor benim gözümde. Yine de Gyllenhaal, Katie Holmes'a kıyasla çok daha iyi Rachel rolünde.
Filmin yapımıyla ilgil notlara girmiyorum, çünkü internette bu konuda çok fazla video var ve bence eğer kamera arkasını merak ediyorsanız o videoları izlemelisiniz.
İkinci bölüme kadar Kara Şövalye için söylenebilecekler bu kadar. Tadı damağınızda kalacak bir film, izlemenizi tavsiye ederim.
Benim kişisel notum 10 üzerinden 9.
Ayrıca bu film ile Heath Ledger da kaliteli oyuncular listemde üst sıraları garantiledi. Ne yazık ki başka filmlerini göremeyeceğiz.
Ufak bir not: Şimdiden sonraki filmde Riddler'ı kimin canlandıracağı sorusu gündemde. Bazı duyumlara göre Johnny Depp bu rol için kendisine sunulan teklifi reddetmiş. Eski Batman serisinin üçüncü filminde Riddler'ı Jim Carrey canlandırmıştı ve Carrey'nin bu filmdeki performansının şimdiye kadarki en iyi performanslarından biri olduğunu hatırlatalım.
Mustafa
MUSTAFA
Tür : Belgesel / Tarihi / Biyografi
Gösterim Tarihi : 29 Ekim 2008
Yönetmen : Can Dündar
Senaryo : Can Dündar
Müzik : Goran Bregovic
Yapım : 2008, Türkiye , 130 dk.
Oyuncular: Gökhan Akyüz (Mustafa Kemal- Cumhuriyet Dönemi), Bahadır Yazıcı (Mustafa Kemal-Kurtuluş Savaşı dönemi), Burak Onaran (Mustafa Kemal- Harbiye dönemi), Ediz Mehmedali (Mustafa Kemal-Manastır dönemi), Georgios Chondrogiannis (Mustafa Kemal-Langaza dönemi), Onur Aymerger (Mustafa Kemal-Çocukluk dönemi), Aleksander Korlevski (Mustafa Kemal-Langaza dönemi)
10 Kasım 2008, Atatürk’ün ölümünün 70. yıldönümü. Türkiye 70 yılda Ata’sı için dört başı mamur bir film yapamadı. Yapılan belgeseller, Türkiye ölçeğiyle sınırlı, belli bir dönemle kısıtlı ve resmi bir dilde tutsak kaldı.
Can Dündar onbeş yıldır bize Atatürk´ün hayatindan kesitler sunan belgeseller hazırlar. "Mustafa" da ise Mustafa Kemal'i çocukluğundan son gününe kadar anlatmıș ve bunu yaparken karșımıza sadece kahraman olan, asker ve devlet adamı Mustafa Kemal'i değil, așık olan, korkan, yașam endișesinde bir insanı perdeye aktarmıș. Sari Zeybek'te tanımaya bașladığımız Ata'nın yașayan yönü Mustafa ile daha anlașılır hale geliyor. Filmin müziklerini ise, Atatürk gibi Balkanlardan yetişmiş uluslararası bir müzisyen olan Goran Bregoviç´in bestelemıș olmasi belgeseli daha da zevkli hale getirmiș.
Mustafa'yı daha yakından tanımak isteyenler için bu begeselin kaçırılmaz bir fırsat sunduğunu düșünüyorum. Korkuları olan eksiklerinin farkinda "insan" Mustafa'ya biraz daha ulaşabilmeyi arzu edenler için bu belgesel iyi bir firsat. Yok illa da "ben tarihin ayrıntılarında boğulacağım, önyargılarımı hep muhafaza etmeliyim" diyen varsa, en azından bu belgesel boyunca onlara çıkıșı göstermek gerek sanırım.
Kişisel Puanlama: 9/10
Demet'in Kadınları
Yazar : Platypus
Beyza'nın Kadınları
Yönetmen : Mustafa Altıoklar
Senaryo: Mustafa Altıoklar, Nükhet Bıçakçı,Ebru Hacıoğlu
Tür: Polisiye/ Gerilim
Yapım Yeri/Tarihi/ Dili: Türkiye/2006/Türkçe
Müzik: Fahir Atakoğlu
Süre: 137 dakika
Oyuncular : Demet Evgar, Levent Üzümcü, Tamer Karadağlı, Berrak Tüzünataç, Arda Kural, Haldun Boysan, Engin Hepileri, Aslı Bayram, Damla Başak, Salih Güney, Mine Çayıroğlu
Konu Özeti: İstanbul’un çeşitli semtlerinde bulunan kesik bacaklar halk arasında panik yaratmaya başlarken komiser Fatih olayı çözmekle görevlendirilir. Bu dava boyunca ortağı, Amerika’da eğitim almış bir seri katil uzmanı psikiyatr olan Doruk’tur. Seri katil profillerini çözmedeki başarısına rağmen Doruk yanıbaşındaki sorunun farkında bile değildir. Karısı Beyza bilinç kayıplarıyla başetmeye çalışmakta ve kayıp zamanlarının izini sürmektedir. Komiser ve psikiyatr seri katil bulmacası içine her gün daha fazla gömülürken, Beyza da nasıl olduğunu anlamasa da kurbanlarla arasında tuhaf bir ilişki farkeder.
Beyza'nın Kadınları, Türkiye'de psikolojik polisiye/gerilim türünde yapılmış (öyle sanıyorum ki) ilk film. Peki gerçekten olmuş mu? Yani film gerçekten de beyninizi karıncalandıran, kanınızı donduran o psikopat seri katil filmlerinden biri mi? Hayır.

(Yazının bundan sonraki kısımları filmden bölümler içerebilir, filmi izlemek isteyenleri önceden uyarıyorum.)
Filmin büyük çoğunluğu Tamer Karadağlı sayesinde psikolojik komedi tadında. Karadağlı, Amerikan filmlerinden Geroge Clooney-vari bir polis karakterini ezberlemiş, bu karakter Türk'se garanti her beş kelimesinden birinde küfreder, o zaman bu polisi böyle konuşturalım demiş ve ortaya sert ve karizmatik dedektif yerine, olmadık yerlerde ana avrat küfreden, parmak izlerini bilgisayar değil de o bulmuş gibi "İşte bu, bu parmak izi uyuyor, kime ait?" diye bilgisayar ekranını tıklatan acınası derecede komik bir karakter çıkmış. Karadağlı taş fırınından çıkmayıp orda kalsın diye ufak bir tavsiyede bulunarak devam edelim.
Bütün koşturmaları sırasında Karadağlı'nın yanında sürekli oraya buraya sürüklenen Berrak Tüzünataç , Karadağlı'dan kat kat daha gerçekçi bir polis. Yine de filmde bu karakteri çıkarıp ne eksik diye bakarsak öyle sanıyorum ki birşey bulamayacağız. Oynadığı kadarını gene iyi oynamış diye düşünüyorum, ama muhtemelen oraya konuş nedeni de Karadağlı'nın devirdiği çamları Tüzünataç sayesinde (en azından erkek izleyiciler için) örtmekti. Ne yazık ki Karadağlı çamlarla yetinmeyip dağları deviriyor bu filmde.
Filmin konusu çok araklama. Seri katil ve çoklu kişilik bozukluğu anahtar kelimeleriyle sadece Hollywood filmlerini tararsanız bile eminim yüze yakın bulursunuz. Kaldı ki filmin Çinli bir versiyonundan birebir kopya olduğu da söylentiler arasında. Buna rağmen Mustafa Altıoklar çok orjinal bir iş başarmış gibi söylemler veriyordu benim hatırladığım kadarıyla.
Filmin kurgusunda tıkanan noktalar ve kopukluklar olduğunu düşünüyorum. Bu da en çok repliklerde kendini gösteriyor, konuşmanın ortasında nerede olduğunuzu unutarak siz de çoklu kişilik bozukluğu yaşıyormuşsunuz gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Ayrıca Amerikan filmlerine benzeteceğiz diye bütünüyle saçmalanan noktalar da var. Mesela jipin sürücü koltuğunda seyir halindeykenki seks sahnesi. İstanbul'da bunun için bu kadar boş bir yolu nerede bulabileceğiniz gibi sorular kafanızda uyandığı için, yine Hollywood'dan kopyalanan bu sahneyi ufak bir katatoni halinde izleyebilirsiniz. Bir diğer örnek olarak da Galata köprüsünde geçen bir koşturmaca ve ardından da yakalanan adamın kafasına silah dayayarak (beni koltuktan düşercek kadar komik küfürler eşliğinde) yapılan bir sorgu sahnesi var. Güpegündüz İstanbul'un en işlek yerlerinden birinde bu kadar rahat koşturabiliyorsunuz, silahınızı adamın kafasına dayayabiliyorsunuz ve üstelik kimse de dönüp bakmıyor bile. Enfes bir hayal gücü.

Bu filmde öne çıkan tek şey Demet Evgar'ın muhteşem oyunculuğu. Kötü senaryoya rağmen, bir filmde dört farklı karakteri ve iç çekişmelerini ekrana yansıtmayı o kadar iyi becermiş ki filmin sonlarına doğru kendinizi Beyza için gerçekten üzülürken buluyorsunuz. Karakterler arasındaki geçişler, her karakterin kendine özgü bakışları , mimikleri, herşey harika. Üstelik ürkütücü de : son derece dindar, türbanlı Rabia yada hafif, umursamaz Dilara bir bakışları ile ürpertebiliyorlar. "Evet, bu kadın katil olabilir" diyorsunuz bir sahnede, bir diğerinde de "İmkansız, hayatta katil olamaz". Demet Evgar bunu başarıyor ve bu filmdeki tek iyi şey de onun oyunculuk gücü aslında. Ama bu bile filmi kurtarmaya yetmiyor.
Bu arada Levent Üzümcü'nün de ortalama bir oyunculuk sergilediğini ekleyelim. Daha iyisini yapabilirdi.

Toplamda bakarsak, filmin kurgusu kötü, konusu çok bilindik ve sürpriz sonu bile sürpriz değil. Filmi yine de Demet Evgar'ın tek kişilik gösterisiymiş gibi izleyebilirsiniz isterseniz.
Dolayısıyla Demet'in kadınları ne kadar muhteşem olsa da Beyza'nın kadınları için benim görüşüm 10 üzerinden 3.
Küçük Mashi'nin Mücadelesi
YAŞAM SAVAŞI
Orijinal İsim : Survivre avec les Loups
Yönetmen : Véra Belmont
Senaryo: Véra Belmont
Tür: Dram
Yapım Yeri/Tarihi/ Dili: Fransa -Belçika- Almanya/2007/Fransızca
Yapımcı: Véra Belmont
Süre: 118 dakika
Oyuncular : Benno Fürmann, Yaël Abecassis, Mathilde Goffart, Guy Bedos, Michéle Bernier
IMDB Notu : 6.2
IMDB linki: http://www.imdb.com/title/tt0962782/
Film II. Dünya Savaşı yıllarında Brüksel'de başlıyor, yıl 1941. Anne babası kızları Mashi Defonseca´ya yașama șansı verebilmek için, yakalanıp sürgüne gönderilmeden önce Belçika’lı bir aileyle, kızlarının saklanıp korunması ve bakımı için anlaşırlar. Fakat bir süre sonra yanlarında kaldığı aile, yakalanma korkusu ile Mashi´yi ihbar etmeye karar verir. Bunu öğrenen Mashi ailenin yanından kaçar ve ailesini bulmak için Belçika’dan Ukranya’ya kadar tüm Avrupa’yı yürüyerek geçeceği, seyrederken imkansız olarak vasıflandıracağınız, insanın kanını donduran tehlikelerle dolu dört yıl süren bir yolculuğuna başlar. Ormanda kurtlar arasında, karşılaştığı bir kurt sayesinde hayatta kalır.
Mashi'nin gerçek hayat hikayesinden uyarlanmış film sadece küçük kızın cesaretini izlemek için dahi seyretmeye değer. Senaryo, o zaman yaşananlar hakkında, insanların ilişkilerinin nasıl olduğu, yardımlaşmanın ve karşı koymanın nasıl bir gereklilik olduğunu gözler önüne seriyor. Ve sevginin nasıl en etkili ilaç olduğunu da filmin sonunda yeniden onaylamak mümkün.
Keyifli seyirler dilerim…
Kişisel Puanlama : 8/10
Wolverine'in Doğuşu
by PlatypusBaşlamadan önce size tavsiyem "X-Men Origins : Wolverine" fragmanını izlemeniz. Dilerseniz şimdi anasayfadan yada menümüzden izleyebilirsiniz.
3 filmlik X-men serisinin son filmi "X-Men III: Son Direniş" gösterime girdikten hemen sonra kulağımıza Wolverine'e ayrı bir film çekileceği yönünde dedikodular çalınmaya başlamıştı. Benim gibi Wolverine hayranlarının zaten en başından beri beklediği bir şeydi bu.
Önce ayrı bir çizgi seri yayınlandı (Wolverine Origins) ve bu sene ilk X-Men Origins filminde Wolverine'i izleyeceğiz.
X-Men serilerinde olduğu gibi Wolverine rolünde yine Hugh Jackman var. Bazı Wolverine hayranları onun bu role kesinlikle gitmediğini düşünüyorlar. Duyduğum nedenlerden biri 2 boyutlu Wolverine'in Jackman'a fiziksel olarak hiç benzememesi. Bu konuda biraz haklı olabilirler, ama yine de Jackman işini ne kadar ciddiye aldığını bir kere daha gösterdi diye düşünüyorum. Sorun fiziki görünümse, Jackman filmden önce yeterince kas yapmış, dövüş dersleri almış, özel hocalarla çalışmış ve biraz daha kısa boylu da olsa Wolverine kılığına oturmuştu. Wolverine'in tam bir "karakter" olmasından dolayı aslında beyaz perdede canlandırmanın o kadar kolay olmayacağını ve Jackman'ın da bunu kıvıramayacağını düşünenler de vardı mutlaka. Yine de bence, tüm X-Men serisi boyunca Wolverine'in esprili ama sert mizacını inanılmaz bir ustalıkla canlandırdı ve öyle sanıyorum ki anti-Jackman'cıların çoğu da fikrini değiştirdi . İlk X-Men'den önce benim de kendisi hakkında kuşkularım vardı ama artık benim için Hugh Jackman = Wolverine.
Geçtiğimiz Aralık ayında merakla beklediğimiz "X-Men Origins : Wolverine" fragmanı sonunda yayınlandı. Fragman herkesin beklediği gibi heyecan ve merak uyandırıyordu ama beklemediğimiz şeyler de gördük.
Filmin en heyecan verici yanlarından biri tüm X-Men serisi boyunca inatla kadroya katılmayan Gambit'in yanı sıra Deadpool ve Silverfox'u da görme şansı yakalıyoruz olmamız.
Evet, Gambit Wolverine'in öyküsünde. Sonunda Gambit'i de görecek olmak güzel. Ama Gambit'in bu filmde ne işi olduğunu çözmek cidden zor. Eğer film yapımcıları üç film boyunca Gambit'in yokluğuyla ilgili aldıkları şikayetleri bu filmle gidermeye karar verdilerse, kesinlikle çuvallayacaklar. Çünkü benim bildiğim kadarıyla ikisinin geçmişte pek de bir bağı olmadı. (İkiliye ait ufak bir mini seri var ama bildiğim kadarıyla bunun dışında, X-Men öncesi bir bağlantıları yok.) Gambit son derece popüler bir karakter ve eğer filmde, doğru düzgün bir girişi olmazsa ve Gambit'in (bence en az Wolverine'inki kadar ilginç olan) orjinal hikayesini filme uysun diye değiştirirlerse büyük hayran kitlesine sahip bir karakteri harcamış olacaklar. Gambit'in filme girişiyle ilgili en mantıklı açıklama filmin hem geçmiş hem şimdiyi içinde barındırması ve Gambit'le Wolverine'in de "şimdi" kısmında karşılaşması olacak.
X-Men Origins serisinin devam edeceği yönünde söylentiler ağırlıkta. Şimdiye kadar kulağımıza çalınan olası devam filmleri ise Magneto, Emma Frost, Gambit ve Storm. Aslında X-Men Origins: Magneto neredeyse kesinleşmiş durumda ve zaten Wolverine'i çekip de Magneto'yu atlamak da olmaz.
Elbette film Wolverine'in geçmişi üzerine olunca ezeli düşmanı Victor Creed, nam-ı diğer Sabertooth olmazsa olmaz. Yalnız bu filmde, fragmanlardan gördüğümüz kadarıyla Sabertooth biraz çekmiş. Yine de dönüşüm öncesi bir Sabertooth izlemek çok zevkli olacak.
Filmde Gambit rolünde Taylor Kitsch, Victor Creed rolünde Liev Schreiber, Deadpool rolünde Ryan Reynolds ve Silverfox rolünde de Lynn Collins'i izleyeceğiz.Ryan Reynold fragmanda gördüğümüz kadarıyla Deadpool için ideal bir seçim. Ancak Taylor Kitsch için aynısını söyleyemeyeceğim. Gambit rolü için Kitsch'in yanı sıra Josh Holloway de gündemdeydi ve Holloway Gambit'e daha çok giderdi diye düşünüyorum. Liev Schreiber zaten harika bir aktör. Sabertooth için de biçilmiş kaftan. Sadece daha önce de dediğim gibi, Wolverine'in iri olmamasından şikayet edenlere bir adet çekmiş Sabertooth sunuyor bu film, ve bu haliyle Sabertooth'un yanında Wolverine hiç mi hiç göze batmıyor.
Sonuçta film konusunda son derece heyecanlıyım ve gösterime girceği 1 Mayıs'ı iple çekiyorum. Ama fragmanların hiçbiri beni yeterince memnun etmedi. Umuyorum ki bu, sadece fragmanın kısalığındandır.
Sonuna Kadar Evet Mi?
Yazar: Cansuyu BAY EVET
Orijinal İsim : Yes Man
Yönetmen : Peyton Reed
Senaryo: Danny Wallace (kitap), David Iserson, Andrew Mogel, Jarrad Paul
Tür: Komedi
Yapım Yeri/Tarihi/ Dili: USA /2008/İ ngilizce
Yapımcı: Jim Carrey, David Heyman, Richard D. Zanuck
Süre: 110 dakika
Oyuncular : Fionnula Flanagan, Jim Carrey, Terence Stamp, Zooey Deschanel, John Michael Higgins
Konu Özeti :
Bir bankanın kredi bölümünde çalışan ve en çok kullandığı kelime "Hayır" olan Carl Allen, arkadaş tavisyesiyle bir programa yazılır. Program tek ve basit bir ilkeye dayanmaktadır: Her şeye evet demek. İlk başta, evet gücünü açığa çıkarmak Carl’ın hayatını inanılmaz ve beklenmedik biçimlerde değiştirir, ama çok geçmeden anlar ki hayatını sonsuz olasılıklara açmanın bazı olumsuzlukları da olabilmektedir.
IMDB notu: 7.3
IMDB linki : http://www.imdb.com/title/tt1068680/
Jim Carrey filmde Carl Allen'ı canlandırıyor. Carl, hayata kapalı, son ilişkisinin bitişiyle yaşamnı sonlandırmış, fiilen yaşamayan, bankanın kredi onaylama servisinde çalışarak hayatını her gün daha da karartan umutsuz bir vakadır. Günlerden bir gün bir arkadaşının (John Michael Higgins) kendisini haberdar ettiği "Hayata EVET deyin!" mottolu kendini değiştirme grubunun bir toplantısına katılır ve hayatının akışı değişir. Söz konusu program tek ve basit bir ilkeye dayanmaktadır: Her şeye "evet" demek.
İlginç bir temanın işlendiğini yadsımasam da Jim Carrey'nin daha iyi bir oyunculuk sergilediği filmlerini de izlemedim değil. Buna rağmen filmin komedi amacına ulaştığını düşünüyorum. Fazla düşündürmeden ama arkada bir soruyu da barındıran bir film izlemek isteyenler için izlenmeye değer bir film diyebilirim: "Nereye kadar evet ve nereye kadar hayır?"
Kişisel Puanlama : 6/10
Bir Vampire Aşık Olmak
Yazar: Platypus
ALACAKARANLIK
Orijinal İsim : Twilight
Yönetmen : Cathrine Hardwicke
Senaryo: Stephanie Meyer (kitap), Melissa Rosenberg
Tür: Fantastik, gerilim, romantik
Yapım Yeri/Tarihi/ Dili: USA /2008/ İngilizce
Yapımcı:Wyck Godfrey, Michele Imperato, Karen Rosenfelt, Jamie Marshall, Greg Mooradian, Mark Morgan, Patrick Thomas Smith
Süre: 122 dakika
Oyuncular : Kirsten Stewart, Robert Pattinson, Billy Burke, Ashley Greene, Nikki Reed, Jackson Rathbone, Kellan Lutz, Peter Facinelli, Taylor Lautner, Cam Gigandet, Elizabeth Reaser, Edi Gathegi, Rachelle Lefevre
Konu Özeti :
On yedi yaşındaki Isabella Swan babası Charlie ile birlikte yaşamak üzere küçük bir kasaba olan Forks, Washington’a taşınır. Burada yüz sekiz yaşında bir vampir olup, on yedi yaşında görünen gizemli sınıf arkadaşı Edward Cullen ile tanışır. Edward’ın ilk başlarda romantizmden uzak durmaya çalışmasına rağmen sonrasında birbirlerine aşık olurlar. Üç göçebe vampir James, Victoria ve Laurent geldiğinde Bella’nın hayatı tehlikeye girer ve Edward’ın ailesi Alice, Carlisle, Esme, Jasper, Emmett ve Rosalie onun hayatını çok geç olmadan kurtarmak için uğraşırlar.
IMDB notu: 6.1
IMDB linki : http://www.imdb.com/title/tt1099212/
Alacakaranlık, Stephanie Meyer'in dört kitaplık Alacakaranlık serisinin ilk kitabından uyarlandı. Kitapları okumadığım için uyarlama başarısı konusunda yorum yapamıyorum ; tüm yorumlarım sadece film ile ilgili olacak.
Karşımızda çok yeni olmasa da enterasan bir vampir öyküsü var. Baş rollerdeki karakterlerimiz insanların köşe bucak kaçağı tipler değiller, hatta özellikle de Edward Cullen, herkesin (özellikle de genç kızların) tanışmak isteyeceği bir vampir! Vampirlerimiz insan kanıyla beslenmemeyi seçen, sosyal yaşantıya uyum sağlamaya çalışan ve sürekli son model otomobillerde gezen "vejeteryan" ve aristokrat vampirler. (Kısa bir not : Ailenin filmde kullandıkları arabalarına bir göz atalım: Edward - Gümüş Volvo S60R, Rosalie kırmızı BMV M3 convertible, Carlisle - Mercedes S55 AMG ve Emmett - Jeep Wrangler )
Kirsten Stewart, Edward'ın bir yakın bir uzak davranışları ve bir de bunun üstüne vampir olduğunu öğrenmesi sonucu ne yapacağını şaşıran Isabella rolünde çok iyi. Kitabı okumadığım için kitaptaki karaktere uymuş mu uymamış mı bir yorum yapamıyorum. Ama filmdeki Bella'nın etrafındaki gençlerden farklılığını, biraz daha içe kapanık, kendi halinde takılan, kendine yeten akıllı kız havasını güzel vermiş. Robert Pattinson da Edward gibi alışılmadık bir vampir için ideal seçim gibi gözüküyor. Romantik sahnelerde daha iyi olabilirdi belki ama genele baktığınızda Pattinson da iyi iş çıkarmış.
Yine de tüm vampir aileisinden en zevkle izleyecekleriniz öyle sanıyorum ki Alice (Ashley Greene) ve Jasper (Jackson Rathbone) olacak. Jasper ailenin en yeni vejeteryanı ve uyum sağlamakta yaşadığı zorluğu gerçekten gözlerinden okuyabiliyorsunuz. Alice ise geleceği görebiliyor, Bella'nın vampir olacağını da görmüş. Ama Edward'ın sürekli altını çizdiği gibi vizyonları değişken, çünkü insanlar onun gördüğünden farklı yolları seçebiliyorlar. (Altta: Alternatif Vampir Ailesi : Emmett Cullen, Rosalie Hale, Esme Cullen, Edward Cullen, Carlisle Cullen, Alice Cullen, Jasper Hale)
Victoria (Rachelle Lefevre) bu filmdeki nomad vampirler arasında, serinin diğer filmlerinde de görülecek olan tek vampir. Son derece güçlü hislere sahip, avlanmayı takıntı haline getiren James(Cam Gigandet) ise bende Edward'dan daha zeki ve karizmatik bir vampir izlenimi bıraktı. Nomadların lideri Laurent rolündeki Edi Gathegi'yi ise Dr. House dizisinin hayranları, filmde uzun saçlı ve deri ceketli de olsa eminim hemen tanımışlardır. Dr. House'un takımındaki genç beyinlerden biri olan Gathegi, Alacakaranlık'ta göçebe ve barışcıl 300 küsur yaşında bir vampir olarak karşımıza çıkıyor.(Altta : James, Laurent, Victoria)Alacakaranlık'ın esprileri ve bazı replikleri de bir "gençlik filmi"nden beklediğimin çok üstündeydi.
Makyajı kesinlikle çok başarılı. Özellikle de oyuncuların gerçek hallerini gördüğünüz zaman anlıyorsunuz bunu. (Altta: Jackson Rathbone - Jasper Hale, Ashley Greene - Alice Cullen)
Filmin çekildiği yerler ise tek kelimeyle harika. Bütün film bir görsel şenlik. Sadece efektlerden bahsetmiyorum. Zaten vampirlerin vampirliklerini gösterdikleri bir kaç sahne dışında özel efektlere pek rastlamıyoruz. Filmin de odak noktasında bir aksiyon filminden çok garip bir aşk hikayesini var ve filmdeki tüm gerilim ve heyecan da buradan kaynaklanıyor. Yani özel efektelere, en azından serinin ilk filminde, her sahnede rastlamıyoruz.



Filmin müzikleri ise ortalama. Baştan sona sık sık karşınıza çıkan ve bende artık "Twilight müziği" etiketi olusturan bir melodi var, henüz kime ait olduğunu bulamadım. Bence en başarılı müzik-görüntü uyumu vampir ailesinin beyzbol oynadığı sahnede yakalanmış. Muse - Supermassive Black Hole ve doğaüstü güçlerin beyzbol aşkı.
Benim kişisel notum 10 üzerinden 7. Bol ödül alabilecek cinsten bir uyarlama değil ama hoş vakit geçirmek istiyorsanız birebir.
Zamanı Tersine Yaşamak
Yazar: Platypus
BENJAMIN BUTTON'IN TUHAF HİKAYESİ
Orijinal İsim : The Curious Case of Benjamin Button
Yönetmen : David Fincher
Senaryo: Eric Roth, Robin Swicord
Yapım Yeri/Tarihi/ Dili: USA/2009/İngilizce
Süre: 166 dakika
Oyuncular : Brad Pitt, Cate Blanchett, Taraji Penda Henson, Tilda
Swinton, Julia Ormond, Jason Flemyng
Konu Özeti :
Benjamin, Amerika'da 1. Dünya Savaşı'nın sona erişi kutlanırken dünyaya gelir. Ancak o diğer tüm bebeklerden farklıdır. Babası onun bir ucube olduğunu düşünerek sokakta, bir evin basamaklarına terk eder. Benjamin'in sıradışı öyküsü bu evdekilerin onu bulmaları ve evlerine almaları ile başlar. Doğumunda 80'li yaşlarda birini andıran Benjamin, herkes yaşlanırken tek başına gençleşecektir.
IMDB notu: 8.3 (ilk 250de)
IMDB linki : http://www.imdb.com/title/tt0421715/
Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi, son zamanlarda izlediğim en eğlenceli ve en dokunaklı filmlerden biri.
İzlemeyenler olduğunu düşünerek filmle ilgili bazı detayları sona bırakacağım ve önerim o kısmı filmi izledikten sonra okumanız.
Senaryo bol ödüllü Amerikan yazar Scott F. Fitzgerald'ın öyküsünden esinlenilerek yazılmış. Fitzgerald'ın öyküsüyle en çarpıcı farklılıklarsa öykünün geçtiği zaman dilimi ve karakterlerin çevrelerindeki olaylara bakış açısında: Fitzgerald bize 1860'da garip bir şekilde yaşlı doğan bir insanın geriye doğru akan yaşamında sosyal hayata dair derin eleştiriler sunarken Fincher'in Button'u 1.Dünya Savaşının bitiminde doğuyor ve bütün film boyunca son derece stilize ve apolitik karakterler görüyoruz. Sanki herkes kendi içine, kendi minik dünyalarına gömülmüş. Buna rağmen sosyal yaşantıya ve zamanla ilgili yerleşmiş kalıplara üstü kapalı eleştiriler de yok değil. Yine de filmin amacı daha çok Benjamin'in başından geçen ilginç öyküleri olabildiğince gerçekçi bir şekilde izleyiciye yansıtmak.
Brad Pitt inanılmaz bir oyunculuk sergiliyor filmde.Zamanı tersine yaşayan bir adamın içindekilerle dış görünümü arasındaki uyumsuzluğu yüz ifadeleri ve bakışlarıyla bizlere yansıtıyor.En iyi erkek oyuncu dalında Oscar adaylığını hakettiği kesin, ama öyle sanıyorum ki bu sene Oscar Pitt'e gitmeyecek. (Gönlüm Sean Penn'den yana.) Fincher ve Pitt'in ortakligi her seferinde harikalar yaratiyor. (bkz. Dovus Kulubu) Oyle saniyorum ki Johnny Depp, Tim Burton icin nasil vazgecilmezse Pitt de Fincher icin oyle olacak. Iyi de olacak.Filmde göze çarpan ikinci muhteşem oyunculuk ise Benjamin'i evlat edinen Queenie rolündeki Taraji P. Henson. Filmde sergilediği oyunculukla Oscar adaylığını kesinlikle haketti. Diğer filmleri henüz görmedim, sadece fragmanlarını ve Şüphe'nin birkaç vurucu sahnesini izledim. Yine de iddialı konuşup Henson'ın Oscar da çok güçlü bir aday olduğunu söyleyeceğim. Zaten sinema "otoriteleri"ne de bu daldaki favorileri sorulduğunda ibre Şüphe'den Viola Davis ile Henson arasında gidip geliyor.
Yetenekli bir dansçı, geleceği görebilen kasabalı bir kadın ya da kudretli bir elf kraliçesi, Cate Blanchett hangi karakteri oynarsa oynasın ona bir asalet getiriyor. Kesinlikle gelmiş geçmiş en güzel kadınlardan biri ama oyunculuğu her filminde güzelliğinden kat kat daha öne çıkan sayılı Hollywood aktrislerinden. Blanchett'ın bu filmdeki oyunculuğu herkesin kalbine işleyecek. Özellikle ölüm döşeğindeki Daisy'nin iç çekişmeleri, pişmanlıkları ve hala tükenmemiş aşkı ve tutkusu herkesin gözlerini dolduracak eminim.
Filmin öyküsü son derece dinamik. Makyaj ve müzikler çok başarılı.
Filmden notlara gelirsek... (Henüz izlememiş olanlar bu kısım "spoiler" içerebilir!)
Benim en çok takıldığım nokta, öyküdeki steril bakış açısı oldu. Örneğin, Queenie'nin ırkçılığın tavan yaptığı bir dönemde beyaz bir çocuğu evlat edinmesi, büyütmesi filmde çok sıradan bir şeymiş gibi anlatılıyor. Bu konudaki tek gönderme de Queenie bebeği huzurevi sakinlerine tanıtırken karşımıza çıkıyor, ama beklenenin tam tersine : "Zavallı çocuğun en kötüsü başına gelmiş. Beyaz doğmuş."
Savaşla ilgili tek eleştiri ise filmin açılış sahnesinde geliyor. Oğlunu savaşta kaybeden saatçi,savaşta yitirilenlerin geri gelmesi umuduyla tren garının saatini geriye doğru çalışacak şekilde yapıyor ve açılışa gelen Roosevelt'e de saatçinin konuşmasından sonra şapkasını çıkarıp garı terketmek düşüyor.
Filmdeki favori sahnelerime gelirsek... Benim en çok güldüğüm sahneler Mr.Daws'a düşen 7 yıldırımın anlatıldığı flashback sahnelerdi. En dokunaklı sahne ise filmin sonunda Benjamin'in herkesin bir görev için dünyaya geldiğini anlattığı sahneydi.
Sonuçta benim oyum 10 üzerinden 9. Kesinlikle kaçırılmaması gereken bir film. Üstelik film avuçlarınıza çok güzel bir öğüt bırakıveriyor : "Başına ne geleceğini asla bilemezsin!"
Ödüller/Adaylıklar:
Akademi Ödülleri 2009
Bkz. 81. Oscar Ödülleri
BAFTA Ödülleri 2009
Aday Gösterildi:
Brad Pitt (En İyi Erkek Oyuncu)
Claudio Miranda (En İyi Görüntü Yönetmeni)
Jacqueline West (En İyi Kostüm Tasarımı)
David Fincher (En İyi Yönetmen)
Kirk Baxter ve Angus Wall (En İyi Kurgu)
Jean Black, Colleen Callaghan (En İyi Makyaj ve Saç)
Alexandre Desplat (En İyi Film Müziği)
Eric Roth (En İyi Uyarlama Senaryo)
Eric Barba, Craig Barron, – Nathan McGuinness, Edson Williams (En İyi Özgün Senaryo)
The Curious Case of Benjamin Button (En İyi Film)
Donald Graham Burt, Victor J. Zolfo (En İyi Prodüksiyon Dizaynı)
Altın Küre Ödülleri 2009
Aday Gösterildi:
Brad Pitt (Drama Dalında En İyi Erkek Oyuncu)
The Curious Case of Benjamin Button (Drama Dalında En İyi Film)
David Fincher (Drama Dalında En İyi Yönetmen)
Eric Roth (En İyi Uyarlama Senaryo)
Alexandre Desplat (En İyi Film Müziği)
Ufak Bir Not:
Can Yücel : Tersine Yaşamak...
2009 Oscar Ödülü Adaylıkları
Dünyanın en çok tanınan sinema ödülleri olan Oscar Ödülleri, 22 Şubat 2009'da 81.kez sahiplerini bulacak.
Açıklanan aday listesi ise şöyle:
En İyi Film
* The Curious Case of Benjamin Button
* Frost/Nixon
* Milk
* The Reader
* Slumdog Millionaire
En İyi Yönetmen
* David Fincher (The Curious Case of Benjamin Button)
* Ron Howard (Frost/Nixon)
* Gus Van Sant (Milk)
* Stephen Daldry (The Reader)
* Danny Boyle (Slumdog Millionaire)
En İyi Kadın Oyuncu
* Anne Hathaway (Rachel Getting Married)
* Angelina Jolie (Changeling)
* Melissa Leo (Frozen River)
* Meryl Streep (Doubt)
* Kate Winslet (The Reader)
En İyi Erkek Oyuncu
* Richard Jenkins (The Visitor)
* Frank Langella (Frost/Nixon)
* Sean Penn (Milk)
* Brad Pitt (The Curious Case of Benjamin Button)
* Mickey Rourke (The Wrestler)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu
* Amy Adams (Doubt)
* Penelope Cruz (Vicky Cristina Barcelona)
* Viola Davis (Doubt)
* Taraji P. Henson (The Curious Case of Benjamin Button)
* Marisa Tomei (The Wrestler)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu
* Josh Brolin (Milk)
* Robert Downey Jr. (Tropic Thunder)
* Philip Seymour Hoffman (Doubt)
* Heath Ledger (The Dark Knight)
* Michael Shannon (Revolutionary Road)
En İyi Yabancı Film
* The Baader Meinhof Complex (Almanya)
* The Class (Fransa)
* Departures (Japonya)
* Revanche (Avusturya)
* Waltz With Bashir (İsrail)
En İyi Uyarlama Senaryo
* Eric Roth & Robin Swicord (The Curious Case of Benjamin Button)
* John Patrick Shanley (Doubt)
* Peter Morgan (Frost/Nixon)
* David Hare (The Reader)
* Simon Beaufoy (Slumdog Millionaire)
En İyi Orijinal Senaryo
* Courtney Hunt (Frozen River)
* Mike Leigh (Happy-Go-Lucky)
* Martin McDonagh (In Bruges)
* Dustin Lance Black (Milk)
* Andrew Stanton and Jim Reardon (WALL•E)
En İyi Animasyon
* Bolt
* Kung Fu Panda
* WALL•E
En İyi Müzik
* Alexandre Desplat, The Curious Case of Benjamin Button
* James Newton Howard, Defiance
* Danny Elfman, Milk
* A.R. Rahman, Slumdog Millionaire
* Thomas Newman, WALL-E
En İyi Orijinal Şarkı
* "Down to Earth," Peter Gabriel and Thomas Newman; WALL-E
* "Jai Ho," A.R. Rahman and Gulzar; Slumdog Millionaire
* "O Saya," A.R. Rahman and Maya Arulpragasam; Slumdog Millionaire
En İyi Sanat Yönetmeni:
* Changeling
* The Curious Case of Benjamin Button
* The Dark Knight
* The Duchess
* Revolutionary Road
En İyi Sinematografi:
* Changeling
* The Curious Case of Benjamin Button
* The Dark Knight
* The Reader
* Slumdog Millionaire
En İyi Kostüm Tasarımı:
* Australia
* The Curious Case of Benjamin Button
* The Duchess
* Milk
* Revolutionary Road
En İyi Belgesel Film
* The Betrayal (Nerakhoon)
* Encounters at the End of the World
* The Garden
* Man on Wire
* Trouble the Water
En İyi Kısa Belgesel Film
* The Conscience of Nhem En
* The Final Inch
* Smile Pinki
* The Witness—From the Balcony of Room 306
En İyi Kurgu
* The Curious Case of Benjamin Button
* The Dark Knight
* Frost/Nixon
* Milk
* Slumdog Millionaire
En İyi Makyaj
* The Curious Case of Benjamin Button
* The Dark Knight
* Frost/Nixon
* Milk
* Slumdog Millionaire
En İyi Kısa Animasyon Filmi
* La Maison en Petits Cubes
* Lavatory—Lovestory
* Oktapodi
* Presto
* This Way Up
En İyi Görsel Efekt
* The Curious Case of Benjamin Button
* The Dark Knight
* Iron Man